İmanın da delilleri kadar dereceleri vardır

04:0014/01/2018, Pazar
G: 18/09/2019, Çarşamba
Faruk Beşer

Şimdi söyleyeceklerimiz, önceki iki yazımızla birlikte okunursa maksadımız anlaşılmış olur.‘Haber-i vahidle sabit olan akide konularının pek çoğu da iman etmeyi gerektirir’ sözünü temellendirmeye çalışıyoruz.Günümüzün en meşhur hadis âlimlerindenNureddin Itr, ‘Başka delillerle desteklenen ve ümmetin kabul ile karşıladığı haber-i vahid de kesin bilgiyi/imanı gerektirir’ der ve geçmişte pek çok âlimin bu kanaatte olduğunu kendi sözlerinden nakleder. Mutezilî Nazzam dahi haberi vahitle sabit olan bir

Şimdi söyleyeceklerimiz, önceki iki yazımızla birlikte okunursa maksadımız anlaşılmış olur.

Haber-i vahidle sabit olan akide konularının pek çoğu da iman etmeyi gerektirir
’ sözünü temellendirmeye çalışıyoruz.

Günümüzün en meşhur hadis âlimlerinden
Nureddin Itr, ‘Başka delillerle desteklenen ve ümmetin kabul ile karşıladığı haber-i vahid de kesin bilgiyi/imanı gerektirir
’ der ve geçmişte pek çok âlimin bu kanaatte olduğunu kendi sözlerinden nakleder. Mutezilî Nazzam dahi haberi vahitle sabit olan bir konuya başka karineler de eşlik ederse haber artık kesin ve bir nevi mütevatir olur der.
Neden böyledir?

Çünkü Kuranıkerim’in bizim tahkik etmemizi istediği haber, fâsık birisinin haberidir. Demek ki, dürüst/adl insanların haberi böyle değildir ve Kuranıkerim haberin amele, ya da gayba ait olması arasında bir ayırım yapmaz.

Resulüllah (sa), bir ya da birkaç kişiyi İslam’ı anlatmak için uzak diyarlara gönderdiğinde onların söylediğini duyanlara buna inanmak vacip oluyordu.
Mesela Muaz’ı Yemen’e gönderdiğinde; ‘onlara Allah’ın yegâne ilah olduğunu, benim O’nun elçisi olduğumu, zenginlerinin mallarında fakirlerinin hakları bulunduğunu… anlat
’ diye tembihlemişti.

Haber-i vahid kavramı oluşuncaya kadar sahabe ve tabiin zaten haberin mütevatir olup olmadığına, amele ya da akideye ait olup olmadığına bakmıyordu. Sadece nakledenlerin dürüstlüğüne ve bilinen gerçeklere aykırı olup olmadığına bakıyordu.

Heber-i vahidi ameli konularda delil sayıp akide konularında saymamak çelişkidir ve delilsiz bir iddiadır.
Çünkü böyle bir haberle amel etmek caiz hatta gerekli oluyorsa, bu aynı zamanda haberin o ölçüde doğru olduğuna da kanaat edilmesi demektir? Akide konuları da aynen böyledir, aksine delil olmadıkça sıhhati derecesinde bir kanaati gerekli kılar.
Allah müşrikleri zanna uymakla zemmederken, bu zannın
kuru bir tahminden ibaret zayıf bir zan olduğunu da açıklar
(En’âm 116). Buna karşılık Kuranıkerim’de birden çok yerde, Allah’a kavuşacaklarını bilen müminlerin bu bilgileri de zan diye ifade edilir.
Mesela ‘namazlarını kılan huşu ehli müminler rablerine kavuşacaklarını zannederler’
, denirken (Bakara 46), buradaki zan işte zannın o yüzde yüze yakın olan ve itminan ifade eden ucu demek olduğu açıktır.
Bilindiği gibi ceza hukukunda hadler ancak kesin delillerle uygulanabilir
, oysa dört kişinin, hatta iki kişinin şehadetiyle, zorunlu bilgi oluşturmadığı halde bir adamın kısasen öldürülmesi caiz olabilir.
İmanı gerektiren bir konuda, maksadı çok açık olmayan, yani delaleti kati olmayan bir ayeti anlamaya çalışan âlim,
topladığı delillerle ayetin şunu demek istediği kanaatine varırsa buna inanması gerekli olur.
Oysa bu onun kanaatidir ve zannî bir bilgidir. O sadece şöyle diyebilir; ben bundan bunu anlıyorum, başkaları başka bir şey anlıyor. Onun da benim de yorumumuz zannî bir bilgi sağlar.
O halde o benim gibi inanmadığı için ben onun dalalette olduğunu söyleyemem.

Aklın, dolayısıyla da içtihadın alanı olan bir konuda mütevatir olmasa bile sahih bir haber varsa ve bu haber başka sahih nakillerle de çelişmiyorsa onu reddetmek, onun yerine insanın kendi tercihini koymak demek olmaz mı? Bunun caiz olduğunu söyleyebilir miyiz?

Mesela Allah’ın doksan dokuz isminin tamamı Kuranıkerim’de yoktur,
yirmiye yakını sahih hadislerle sabittir. Şimdi biz bu hadisler mütevatir değildir diye
bu hadislerle gelen esmayı yok sayabilir miyiz?
Bu konu, içtihatla halledilebilecek bir konu mudur? Yani bir tarafta bunları söyleyen sahih hadisler ve ümmetin başından beri bunu benimseyip ittifakla kabul edegelmesi, diğer tarafta ise bizim hiçbir delile dayanmadan bunu yok saymamız. Dini makul açısından hangisi daha tutarlıdır?
O halde meselenin özü şudur: İslam ahkâmının iki temel alanı vardır. Birisi aklı ve bilimi aşan, gayba dair hükümlerdir. Burada sizin çok zeki olmanız hiçbir şeyi halledemez. Söylenenlere inanırsınız ya da inanmazsınız. Böyle konular İslam’ın kesin/mütevatir delilleriyle gelmişse inanmamak küfür olur. Mütevatir olmasa da sahih olan ve başka delillerle de desteklenen, ümmetin bütün olarak kabul edegeldiği konular ise yine inanılması gereken konulardır. Böyle konulara inanmayanları ise biz, Resulüllah’tan günümüze tam bir mümin olarak görülen müminler gibi bir mümin saymayız. Ama az bir ihtimalle de olsa kesinliğine şüphe karışmış bir bilgiyi inkâr edene de kâfir demeyiz.
Ancak bu şüphe de delilsiz bir şüphe olmamalıdır, çünkü delilsiz şüphenin bir değeri yoktur.

Kesin/mütevatir delillerle sabit olmayan ve aklın ve içtihadın alanı olan konular ise, fikir üretmenin, içtihadın, tefekkürün, değişen zamanlara akılla ve bilimle cevap aramanın alanı demektir. Bu konularda kafa yorma, farklı düşünme, usulüne uygun ve bilgiye dayalı olduğu sürece istenen bir şeydir, rahmettir.

Mesele bundan ibarettir vesselam.

#İman
#İslamiyet
#İbadet