Davette esas olanın iyi bir temsil olduğunu söylemiştik. Buna önce iyi bir kul olma da diyebiliriz. Çünkü asıl hedef budur. Ancak burada da hassas bir çizgi vardır; söylediklerim kabul edilsin diye dediğimi önce kendim yaşamalıyım demek yanıltıcıdır.Bu durum niyetin halis Allah rızası olmadığını gösterir. Yaşayayım ki, Allah’a iyi bir kul olayım demekle, yaşayayım ki, insanlar söylediklerimi kabul etsinler demek arasında çok fark vardır. BirincisindeAllah’ın rızası, ikincisinde nefsin gıdası öncelenmiş
Davette esas olanın iyi bir temsil olduğunu söylemiştik. Buna önce iyi bir kul olma da diyebiliriz. Çünkü asıl hedef budur. Ancak burada da hassas bir çizgi vardır; söylediklerim kabul edilsin diye dediğimi önce kendim yaşamalıyım demek yanıltıcıdır.
Bu durum niyetin halis Allah rızası olmadığını gösterir. Yaşayayım ki, Allah’a iyi bir kul olayım demekle, yaşayayım ki, insanlar söylediklerimi kabul etsinler demek arasında çok fark vardır. Birincisinde
Allah’ın rızası, ikincisinde nefsin gıdası öncelenmiş olur.
Davet dinin bir parçası ise, din olarak yapılan her şeyin safi Allah için yapılmış olması da ayrıca bir emirdir. Bunun adı ihlastır. Allah bunu, ‘muhlisan lehü’d-dîn’ diye anlatır. Din adına her ne yapılıyorsa onu, başkası adına en ufak bir katkı olmaksızın sırf Allah için yapma. Yaptığı işte insanların onu bilmesi ile bilmemesinin, görmesi ile görmemesinin hiç farkının olmaması.
Davette ikinci önemli merhale, davetçinin kullandığı metottur. Burada psikolojiyi, hatta sosyolojiyi dahi hesaba katmak gerekir. Bu açıdan daveti en az ve en öz biçimde özetleyen ayeti kerimenin anlamı şöyledir: ‘Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. ‘Onlarla’ da en güzel yolla münazara yap. Rabbin, kimin kendi yolundan saptığını iyi bilir, kimlerin hidayette olduklarını da iyi bilir (Nahl 125).
Bundan açıkça anlaşılıyor ki, dine ve hakka davet ya hikmetle, ya güzel öğütle, ya da her ikisiyle birlikte olur, bir üçüncü yol yoktur. Hikmet, nassa aykırı olmayan muhkem ve aklın reddedemeyeceği kesin ve nihai bilgidir. Bu sebeple Kuranıkerim’e ve Sünnet’e de hikmet denir. Çünkü akla hitap ederler ve akılla yanlışlanamazlar, öyleyse aklın anlayacağı şekilde sunulmalıdırlar. Aklın delili burhandır. Ancak burada da aklın gönlü terk ederek yegâne ölçü haline gelmesi, rasyonalizme kayması ve naslardan uzaklaşması gibi bir tehlike vardır.
Yunan felsefesinin ağırlığını hissettirdiği ikinci ve Üçüncü Hicri Asır’da ortaya çıkan Mutezile’de bu durum görülmüştü. Onların gayesi de aklı kullanan felsefe karşısında yine akılla İslam’ı savunmaktı. Ama yer yer ifrata düştüler, akla tahammülünün üstünde yük yüklediler. Ardından nasları merkeze alan ama yine akılcı bir hareket olan Kelam düşüncesi doğdu. Eş’arî ve Matüridî, bir süre sonra da Gazali Mutezile ile aklın bocalamasını yine akılla önlediler.
Modern Batı’ya karşı İslam’ın yeniden diriliş zamanı olan on dokuzuncu ve yirminci yüz yılda ortaya çıkan yenilikçi İslam hareketleri de aklı öne çıkaran atılımlardır. Bunlar da yüzyıllardır Batı felsefesine cevap üretemeyen İslam düşüncesini savunma çabaları olarak ortaya çıktı. Bu dönemde akılcılık ilklerden sayılan Sör Ahmet Han’da sapkın derecede ifrata kaymış (Bk. DİA, Seyyid Ahmet Han md.), ama Afganî’de orta çizgiye doğru biraz yumuşamış, ardından Abduh’te daha da yumuşayarak, Mustafa Sabri Efendi’nin tazimle andığı Reşit Riza’da neredeyse tam rayına oturmuştu. Onlar da elbette Batı’dan etkilenmişlerdi, ama bilgi kaynakları İslam’dı. Şimdi bu süreci bu Müslüman düşünürlerin bıraktığı yerden değil de Batılı müsteşriklerden alarak yeniden başlatan Neo Mutezilemiz Sör Ahmet Han’ın hatalarını daha da ileri götürüyor ama bunu yine de İslam’ı savunma adına yapıyorlar. Ama işin ilginç yanı, karşılarında ne Eşari, Matüridi ve Gazali var, ne de Mustafa Sabri Efendi, Kevseri ve Elmalılı. Aksine onların konuşmalarını engellemeye çalışarak bu Neo Mutezile’yi tadlil ve tekfir etmekle,
aslında reklamlarını yapan
Neo Hariciler var. Fikre fikirle karşılık verme güçleri yok.
İslam sadece akla hitap etmiyor, onunla çatışmayacak şekilde gönle de hitap ediyor. Bütün mesele akıl gönül dengesini kurabilmek. Bu sebeple mealini verdiğimiz ayeti kerime bu ikisine birden işaret ediyor. Güzel öğüt, yani meviza-i hasene gönle ve duygulara hitap eden bilgidir. Bazı insanlar daha çok birinciden, yani hikmeti bulan akıldan, bazıları da öncelikle ikinciden, yani gönle hitap eden güzel öğütten anlar ve etkilenirler.
Bir üçüncü sınıf daha vardır ki, onlar yanlışa doğru diye inanmış ön yargılı insanlardır. Ayette ‘onlar’ denen bu sınıf genel olarak İslam karşıtlarıdır. Bunlara İslam’ın ötekisi de diyebiliriz, ancak başka bir ayetten (Ankebût 46) ‘onlar’dan maksadın özellikle Ehlikitap olduğunu anlıyoruz. İşte davet onlar için etkili olmayabilir, onları akılla susturabilmek yeterlidir. Bunun adı da cidaldir ve davetin bir yolu değil, davete karşı çıkanlarla sözle cihaddır. Buna cedel ya da münazara da diyebiliriz. Ancak Kuranıkerim bunun da ‘en güzel yolla’ olmasını emrediyor. ‘En güzel yol’un; hakaret içermeyen, aklın kesin yargılarıyla, nazik ifadelerle, sağlam ve müsellem delil ve mukaddimelerle olan tartışma olduğu söylenir.