Geçtiğimiz aylarda katıldığım konferansın ardından sohbet ederken, gençlerden biri “günümüz dindarlarının en büyük sorunu nedir” diye sormuş, ben de yanıt olarak “unutmak” demiştim. Biraz ukalaca gelebilir ama Müslümanların meselelerini itikadı yönünden ele alma cüretini gösteremezdim zaten. Kastım da “dini, dindarlığı unutmak” değildi. Karşılıklı konuşurken, uzak ve yakın geçmişin üzerine sünger çekme rahatlığına vurgu yapmıştım. Dahası da var, geçmişi unutmak, bugünün olmasa da geleceğin problemi
Geçtiğimiz aylarda katıldığım konferansın ardından sohbet ederken, gençlerden biri
“günümüz dindarlarının en büyük sorunu nedir”
diye sormuş, ben de yanıt olarak
demiştim. Biraz ukalaca gelebilir ama Müslümanların meselelerini
itikadı yönünden ele alma cüretini gösteremezdim
zaten. Kastım da
“dini, dindarlığı unutmak”
değildi. Karşılıklı konuşurken, uzak ve yakın geçmişin üzerine sünger çekme rahatlığına vurgu yapmıştım. Dahası da var, geçmişi unutmak, bugünün olmasa da geleceğin problemi olarak bizi bekliyordu.
Demem o ki bu ülkede; Cumhuriyet’in kurulmasının hemen akabinde, -çok değil bir kaç sene önce vatanı için canını ortaya koyan halktan-
İslam’ı hakkıyla yaşamak isteyenlere, Kur’an okuyanlara, öğretenlere, öğrenenlere, ezanı Arapça okuyanlara çok ağır zulümler edildi.
İdamlar, infazlar, itibar suikastları, tahkirler yıllarca sürdü. Sonra siyasi iklim değişti, çok partili döneme geçildi ve bir ferahlama oldu. Ezan aslına döndü, din öğretimi serbestleşti, imam hatip mektepleri açıldı derken, askeri darbelerin gölgesi altında
bu kez de “Laiklik” ilkesine dayandırılan kamusal yasaklar dönemi başladı.
Okullarda başörtüsüne müsaade edilmedi. Din eğitimi engellendi. İbadetin Türkçe yapılması tartışıldı. Dindarlar bir kez daha ve bu sefer; medya, siyaset, bürokrasinin gadrine uğradı.
28 Şubat, "daha dün yaşanmış gibi” değil mi?
O halde Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in, bu ülkede; camilerin kapısına kilit vurulduğunu, ahıra çevrildiğini, vatandaşların Kur’an’ı Kerim öğrenmesinin yasaklandığını hatırlatması ve tüm bu zulümlerin laikliğe dayandırılarak yapıldığına dikkat çekmesi birilerini neden çok fazla rahatsız etti?
Kaç gündür hop oturup hop kalkıyorlar. İlginçtir, -isim isim saymaya gerek yok- hemen hepsi de düne kadar
başörtüsü yasağını gözlerinden ateşler saçarak savunan siyasetçiler, gazeteciler ve sözde aydınlar...
Bir an düşündüm, o kabus gibi günleri hatırlamak ve de kendileriyle yüzleşmek istemiyor olabilirler mi? Bu durumda,
“Tamam o hatalar yapıldı. Biz şimdi bugünlere bakalım. Hep birlikte müreffeh Türkiye’yi inşa edelim” demeleri gerekiyordu.
Yok, yok!
Herkesle hemhal olma, her görüşü göğsünde yumuşatma siyaseti güden Ekrem İmamoğlu’nun pozisyonu ise sıkıntılı. Aşağı tükürse, laikliği inanç biçimine dönüştüren ve İslam karşıtlığıyla kodlanmış partisi CHP, yukarı tükürse oylarını almak zorunda olduğu dindarlar var. Bu durumda İmamoğlu’nda vücut buldurulan yenilenmiş liberal düşünceye göre; en doğru olanı herkese kırmızı karanfil dağıtıp, geçmişi mutlak suretle unutmaktır!
İyi de laiklik ilkesi, anlamı ve tüm yaptırım gücüyle yerli yerinde duruyor. CHP merkezli hakim görüş; bırakın laikliğin tanımının değişmesini, müsebbibi olduğu mağduriyetlerin hatırlatılmasına bile karşılar. Oysa bizler 28 Şubat’ı, biraz da
“unutalım gitsin iyimserliğindeyken"
yaşamadık mı? Onun da üzerine kendince sünger çekenler oldu. Benzer nefret iklimi bu defa Gezi olayları sürecinde oluşmadı mı?
Unutmak, unutulanların yeniden yaşanmasına peşinen razı olmaktır.
Türkiye’nin siyasi iklimi, sosyolojisi maalesef böyle.
Gazetemizde uzun yıllar çalışan Emeti Saruhan yaptığı birbirinden önemli söyleşileri,
ve
kitaplarında yayımlamıştı. Bu vesile ile yeniden inceleme fırsatım oldu. Bakın Merhum
, din eğitiminin yasak olduğu dönemlerin Türkiye’sini nasıl anlatıyor:
“İlköğretim müfettişi, okul olmadığı için caminin içinde devam eden okulu denetlemeye geldiğinde, son cemaat yerinde bir Amme cüzü buluyor. Birisi, çiğnenmesin diye camın kenarına koymuş. Müfettiş onu görüyor, hemen
“çocuklara Kur’an öğretiyor” diye imamı mahkemeye veriyor.
Eğitmen, muhtar, köydeki herkes öyle bir şey olmadığını söylüyor ama dinletemiyorlar. Gerçekten de imam ders vermiyor. Buna rağmen caminin penceresinde bulunan
Amme cüzü suç delili olarak gösteriliyor.
Hâkim de korkusundan berat kararı veremiyor. Köy her ay mahkemeye taşınıyor. Bu mahkeme 1946’dan 1950 senesine kadar devam etti.”
Zamanın bir başka tanığı
’na da kulak verelim:
“Dışarıdaki devlet, polis bizi gözetliyor, b
abamı alıp götürecekler, evimize baskın yapacaklar korkusu ile yaşadık yıllarca.
İşte ben böyle bir ortamda Allah, La ilahe illallah terennümlerinin arasında ilk idrak gelişimimi yaşadım.”
Son bir aktarım da beş ciltlik hatıratı geçtiğimiz günlerde Ketebe Yayınları tarafından yeniden yayımlanan
’dan yapacağım. Daha 10 yaşlarındayken, sabah namazından önce Konya’nın çocuklarına Kur’an öğreten babasının yediği polis baskınını şöyle anlatıyor:
“Babacığım, bin bir zahmetle kurduğu ders düzenin bozulacağına, çocukların Kur’ansız kalacaklarına üzülüyor; yuvası üzerine titreyen bir kuş gibi çırpınıyordu. Fakat ne dese boşunaydı çünkü adam tam dinsizdi ve din düşmanıydı. Babamın aleyhinde zabit tutturdu. Şikayette bulundu.”
Bakın yukarıda paylaştıklarım, özellikle de tek partili dönemde yaşananlara mukayese ile iğnenin ucu bile kadar değil. Özgür Özel'e göre ise CHP cami mami kapatmamış! Kodları ve tüm kurumsal refleksleriyle şunu asla istemiyorlar: İnsan hakları beyannamelerine aykırı ağır zulümleri hiç hatırlanmasın. Konuşulmasın. Gelecek nesillere taşınmasın ve asıl önemli olan da şu: Yeniden yaşanma ihtimali göz önünde bulundurulmasın! Tam olarak ne istediklerini de
aslında hiç dinmeyen ve laiklik tartışmasında olduğu gibi etrafa saçılan öfkelerinden
okuyabiliyoruz.
#toplum
#islam
#dava
#tarih
#Ersin Çelik