Bir sarsıcı hikâye: Robotsu insan ve domates tezgâhı

04:0025/08/2024, Pazar
G: 25/08/2024, Pazar
Ersin Çelik

Yüzüme bakmıyor, kafasını bile kaldırmıyordu. Üçüncü kez ve sesimi yükselterek sordum: - Kardeş! Domatesin kilosu kaç para? Oralı olmadı yine. Yan tezgâhtaki mısırcı, “Bizimki robota bağlamış abi” deyince, sesine aşina olduğundan olsa gerek kafasını kaldırmadan eliyle fiyat etiketinin olduğu yeri işaret ederek mırıldandı: “Yazıyor orada!” “Salatalık 30 lira” yazan kartona tablaya bir kez daha baktım. Sadece biraz biber, iki kasa da domates vardı. Bir de seçerken kenara itilen çoruşmuş* birkaç salatalık.


Yüzüme bakmıyor, kafasını bile kaldırmıyordu. Üçüncü kez ve sesimi yükselterek sordum:

- Kardeş! Domatesin kilosu kaç para?

Oralı olmadı yine. Yan tezgâhtaki mısırcı, “Bizimki robota bağlamış abi” deyince, sesine aşina olduğundan olsa gerek kafasını kaldırmadan eliyle fiyat etiketinin olduğu yeri işaret ederek mırıldandı: “Yazıyor orada!”

“Salatalık 30 lira” yazan kartona tablaya bir kez daha baktım. Sadece biraz biber, iki kasa da domates vardı. Bir de seçerken kenara itilen çoruşmuş* birkaç salatalık.

Dönüp, bana lütfedemediği yüzüne dikkat kesildim. Zayıf, uzun, hafif sakallıydı. Direk gibi dikilmiş, bir ayağını tablanın ayağına dayamıştı. Kıpırdamıyor, sadece gözleri hareket ediyordu. Aşağıdan yukarıya, sonra yeniden aşağıya...

Normalde o alışverişi yapmaz, ağzımı bile açmadan döner giderdim. Öyle de olması gerekirdi. Eşim hareketlenmişti bile ancak elimle durdurdum. Eğer satın almayı başarabilirsem iki kilo domates karşılığında gözlem yapacak, belki de yazı yazacaktım.

Ve madem yazıyorum, o zaman biraz başa saralım…

Fatih’te kurulan, dünyaca ünlü Çarşamba Pazarı’na gitmeyeli yıllar olmuştu. Bilen bilir, ucu bucağı yoktur. Onlarca cadde ve sokağı kaplar. Çarşamba günleri Fatih’te işi olanlar planlarını pazarın yoğunluğuna göre yaparlar. Fatih’in Çarşamba semti mi pazara adını vermiştir yoksa çarşamba günleri kurulduğu için semtin adı mı olmuştur bilmiyorum. Rivayetler çeşitli.

Geçen çarşamba mesai çıkışı koştur koştur yetiştik. Gediklilerinin ‘Duvar Dibi’ dediği çay ocaklarının bulunduğu ara sokaktan dalıp, Fatih Camii’ni alttan dolanarak adımlamaya başladık pazarı. Bir tezgâhtan sebze, biraz da meyve alacaktık lakin yanlış yerden girmişiz. Geride bıraktığımız tüm sokaklarda kıyafet ve ev tekstil ürünlerinin satıldığı sergiler kurulmuştu.

Elbiseleri, perdeleri, yatak örtülerini ve havluları mağaza vitrini yapar gibi dizmişlerdi iplere. Arada bir yerde, mesela yolun tam ortasında görmeye alıştığımız limon kasaları dahi yoktu. Demek ki pazarın buralarında yiyecek satmak yasaktı.

Yirmili yaşlarda bir hanutçu durdurduğu başörtülü kadınları, pardösü, ferace ve başörtüsü satan tezgâha davet ediyordu. Tıpkı Beyazıt’taki kefelere turist müşteri yönlendiren hanutçular gibi. Mahmutpaşa’nın da yol kesicileriydiler. Hâlâ yapıyorlar mı bilmiyorum? Dükkânı ayaküstü pazarlar, ısrarcı olur insanları usandırırlardı. Sünnet malzemesi satanlar, çeyizciler, manifaturacılar… Adı hanutçu kalmış bu satış temsilcileri kimin neyi aradığını da anlarlardı.

Pazara girdiğimiz andan itibaren hayat da film şeridi gibi akmaya başladı. Semt pazarı sosyolojisi zamanla değişse de o kendine has hareketliliğini görünürde yitirmemişti. Sokaklarda kurulan pazarlar son yıllarda birer birer kapalı yerlere taşınırken, Çarşamba Pazarı geleceğin dönem filmlerine nazire yapıyordu adeta. Tam böyle düşünürken, tül perdelere bakan genç bir kadın yanından geçtiğim esnada, “İbana göndersem olur mu” diye sordu. Perdecinin ne dediğini duymadım ama kadın bakınmaya devam ediyordu. Ücreti ibana göndermeyi geçtiğimiz senelerde Pamukova’daki bir köyden beyaz fasulye alırken tecrübe etmiştim. Baktım alacaklarıma karşılık cüzdandaki para çıkışmayacak, köyünde ektiklerini satan abimiz “ibana atarsın” diyerek telefonuna kaydettiği karekodu önüme koymuştu.

Dedim ya Çarşamba Pazarı’nın ucu bucağı yok. Yürü yürü bitmiyor. Nerede bu sebzeciler? İşte elinde domates poşeti olan bir abla. Sorduk, “Yol bitince camiye doğru dönün, sebzeciler o tarafta” dedi. Aşağıda da varmış ama biraz uzakmış. Liseyi Çarşamba’da okuduğum için tarif ettiği yeri çok iyi biliyordum. Haliç Caddesi’nin son dikliğini tırmanıp Darüşafaka’ya dönecektik. Fatih Camii’nin avlusuna Çorbacı Kapısı’ndan girip diğer uçtaki Boyacı Kapısı’ndan çıksaymışız, dar vakitte o kadar yolu boş yere dolanmayacakmışız.

Neyse ki tablalar toplanmadan yetiştik ve ben şimdi, yüzüme bakmayan, gözünü telefondan kaldırmayan o genç pazarcıdan domates almaya çalışıyordum.

- Orada salatalığın fiyatı yazıyor!

Yine kafasını kaldırmadı, yine yüzüme bakmadı. Elindeki telefonla, gözleri arasında iki karış yoktu. Ekrana kilitlenmişti. Biraz gözünün ve biraz dilinin ucuyla:

- Domates on beş lira.

Önündeki renkli kaplardan istedim duymadı. Sabrımı zorlasa da inat ettim alacaktım. Poşetlerden birine uzandım. Oralı bile olmadı. Doldurdum ve bu kez daha sert bir üslupla tartmasını istedim. Elini uzattı, poşeti aldı. Hâlâ telefona bakıyordu ve zayıf gövdesini çevirerek tek gözlü elektronik teraziye koydu poşeti. Tıpkı insansı robotlar gibiydi. Gramajın yazdığı ekrana baktı, tek elini uzatıp kasadan iki domates aldı ve “iki kilo” dedi.

Cebimde bozuk para vardı ama bilerek tam para verdim. Nihayet telefonu tek eliyle bıraktı. Ama 15 saniye! Paranın üstünü uzattı ve sonra yeniden o büyülü ekranına kilitlendi. Seslerden anladığım kadarıyla televizyonlarda yayınlanan skeçlerden birini izliyordu.

Pazarımızı yaptık, ellerimizde poşetlerle yürürken Nuriye Hanım, “Ekran bağımlılığını pazarcı abide tecrübe etmiş olduk” dedi.

O domates tezgahında; örf, adet, esnaflık, iletişim, ticaret, güvenlik ve adalet adına yolunda gitmeyen büyük aksaklıklar vardı oysa. Pazarcı kardeşimiz milyonlarca örnekten sadece biriydi. Aynı marka ve aynı model akıllı telefonlar, aynı sosyal medya platformları, aynı içerikler, aynı akımlar; şehirli-köylü, işveren-işçi, anne-çocuk, öğretmen-öğrenci, yazan-okuyan herkesi ve her kesimi ayırt etmeden aynılaştırıyor artık. Bir nevi eşitliyor.

Şimdi aklımda şu sorular var: Hadi domatesi, güç bela bir şekilde aldık. Ya çiftçilerimiz de ekran bağımlısı olursa? O zaman sebzeyi, meyveyi kim ekecek? Kim zamanında sulayacak? Fidelerin, ağaçların diplerini kim temizleyecek ve mahsulü kim toplayacak?

Yanıtını uzaklarda aramayalım. Bakın bakalım ekran sürelerinize. Kaç saat yazıyor?

Her geçen gün biraz daha robotlaşan insanlar olarak, insanı taklit eden gerçek robotlarla yaşamaya hazırlanmalıyız galiba… Sizce?

*Erzurum şivesinde çürümüş sebze ve meyvelere “çoruşmuş” denir.

#Aktüel
#Toplum
#Ersin Çelik