Ana dilimiz, kavmimiz

04:0030/11/2014, Pazar
G: 12/09/2019, Perşembe
Erol Göka

Dil bilincim, ilginç denilebilecek bir gelişim çizgisi izledi. İlk gençlik yıllarımda, resmi ideolojiyle alakasız görünen bir ideolojik akımın peşi sıra giderken, anti-emperyalistliğini gerekçe gösterip bana okullarda öğretilen dil anlayışını savundum. “Dilimizi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma” gailesiyle yeni Türkçe kullanabilmek için azami özen gösterdim. Bakmayın azami özen gösterdim dememe, söz dağarcığım da zaten büyük ölçüde bildiğim yeni Türkçe kelimeler kadardı. Özen dediğim, “eski”

Dil bilincim, ilginç denilebilecek bir gelişim çizgisi izledi. İlk gençlik yıllarımda, resmi ideolojiyle alakasız görünen bir ideolojik akımın peşi sıra giderken, anti-emperyalistliğini gerekçe gösterip bana okullarda öğretilen dil anlayışını savundum. “Dilimizi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma” gailesiyle yeni Türkçe kullanabilmek için azami özen gösterdim. Bakmayın azami özen gösterdim dememe, söz dağarcığım da zaten büyük ölçüde bildiğim yeni Türkçe kelimeler kadardı. Özen dediğim, “eski” olduğunu, Osmanlı döneminde kullanıldığını düşündüğüm kelimeleri, hafızama, bilgi arşivime kaydetmeyip, öğrenmemeye çalışmaktan ibaretti.

25 yaşımdan sonra, Cemil Meriç üstadın ve birçok bilge insanımızın haykırıp durduğu hakikat, benim de kafama dank etti: Yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma adı altında, tarihi-dini hafızamızla, köklerimizle bağlarımız koparılmıştı. Temelsiz, köksüz, ortada cascavlak kalakalmıştık.

Machiavelli’nin “Bir dile o milletin dili diye, ancak başka lisanlardan kendisininkine aktardığı kelimeleri işleyişine yerleştirip onlara iç düzenini sarstırmayacak kadar güçlü, hatta onları kendi sarsan, başkasından aldığını kendisinin gözükecekleri şekilde içine çeken bir dil ise denir” sözünü aklettiğimde, resmi tarihin yalanlarını artık biliyordum. Osmanlıca'nın, yaşadığımız medeniyet dairesinde Türkçe'nin bir biçimi olduğunu öğrenmem zor olmadı. Ama birçokları gibi ben de geç kalmıştım. Biraz da telafi etme telaşıyla Türk tarihine yoğunlaştım. Kendi etnik topluluğumun özelliklerini araştırdıkça Türk olmaya da Türkçe'ye de kendime sunulan bir lütuf gibi bakmaya başladım. Fark ettim ki, dünyaya gözlerimi açtığımdan beri Türk olmanın da Türkçe'nin de içindeydim. Türk olmak ve Türkçe, içinde nefes alıp verdiğim deryaydı. Anamı babamı sevdiğim gibi sevdim bu deryayı. Bu denizin balığıydım, dünyaya Türkçe bakmak, hayatı Türkçe yaşamak, taşımak kaderimdi.

Yok, sandığın gibi değil kardeş, Türklüğün lütuf oluşundan, dünyaya Türkçe bakmaktan bahsederken kendimi(zi) başkalarından yukarıda gören bir söz oyunu oynamıyorum. İnsanın içine doğduğu ana dille dünyayı, âlemi, insanları, kendini, iç dünyasını adlandırmaya, tanıyıp anlamaya mecbur olduğunu söylemeye çalışıyorum. Bu yüzden kavmimi, ana dilimi sevip öğrendikçe başka kavimlerden, ana dili başka insanlardan kopmak, üstünleşmek yerine, onları daha iyi anladım, onlarla daha eşit hissettim. Ben nasıl kavmim ve ana dilim hakkında yakınlık ve sevgi hissediyorsam onlar da kendilerininkiler için aynı hislere sahipti. Yer damar damar, insan kısım kısımdı. “Sizi kavimler ve kabileler haline koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır” (Hucurat/13) buyruğu, apaçıktı.

“Yek e derya tu bizan qenc çi mewc û çi hebab/ Di esil de ku hemî av e; çi av û çi cemed” (Bil ki birdir denizde, dalga da köpük de/ Aslında hepsi sudur; su da buz da) diyen büyük Kürt bilgesi Melayê Cizîrî gibi anladım, dillerin, kavimlerin farklığını. Pek tabii olarak, kavmimin rahmi, kaderim olan Türkçe'yi daha çok benimsedim ama ana dilleri, içine doğduğumuz, hakikate giden yollar olarak gördüm, birini diğerine üstün tutmadım.

Bu arada dili arındırıp saflaştırma denilen durum, gerçeklerle taban tabana zıttı. Ana diller kardeş kardeş yaşayıp gidiyor, mütemadiyen kelimeler, heceler, söyleyişler ödünçleşiyorlardı. Farklı kavimlerden oluşlarını gerekçe gösterip birbirleriyle kavga eden, kavmiyetçi fanatizme düşen de sadece yanılgılar içindeki insandı. Kavmiyetçiliğe, fanatizme panzehir arıyorsanız, dillerin kardeşliğine bakmanız yeterdi.

Kendimi kavmiyetçi fanatizmden koruyabilmek için her fırsatta etimolojik bilgiye kulak kabarttım. Son zamanlarda etimolojiye ilgimi Twitter’da İzzet Akyol (@izzetakyol) dostumun yazdıkları üzerinden sürdürüyorum. Size de öneririm. Öğrendiklerimden bir kısmına baksanıza:

Su kelimesi aslen Çince'dir. Eski Türklerde su kutsal/tabu idi, adı ağza alınmazdı. Su’ya karşılık gelen Türkçe kelime de zamanla unutuldu ve su yaygınlaştı… Çay da Çince'dir. Mandarin Çincesi'nde çaa, Fujian Çincesi'nde ise tee diye okunur. Hollandalılar çay’ı Malezya’daki Fujianlılardan öğrendiler; onlar tee dediler. Kuzey Çin’de ise telaffuz çaa’dır… Batı'da Çin için kullanılan Cathay kelimesi aslen Uygurca-Türkçe'dir. Uygurlar Çin’e Kıtay derlerdi; Kıtay Türkçe üzerinden Batı’ya geçmiştir… Gâvur ve kâfir farklı kelimelerdir. Kâfir, Arapça'dır; anlamı, küfür ehli. Gâvur, Farsça gebr’den gelir; anlamı, Zerdüşt… Tülbent kelimesi aslında sarık demektir. Kelime anlamı; kavuk üstüne sarılan bağ. Farsça; Dol-tul-tül: Kova (kavuk); Band/bend:bağ. Tülbent’teki bent (bağ/lamak) çok yerde karşımıza çıkıyor. Misal: Bant, bent (baraj), kalebent, köşebent, nalbant, derbent. Bağ/lamak anlamındaki (Farsça) bent/band Batı dillerinde de var. Bkz: İng: Band, Bind (Bağlamak), Bond (Bağ), Bound (Bağlı), Bundle (Deste). Tülbent demişken, Batı dillerinde lale karşılığı tulip/tulpe/tulipe’nin kökeni, lalenin Türkiye’den gelmesi hasebiyle, Türkçe tülbent'tir... Kaldırım kelimesinin kaldırma ile ilgisi yoktur. Yunanca Kali: Güzel, Dromo(s):Yol; Kali-Dromo:Düzgün/güzel yol, demek… Twitter.com/erolgoka
#erol gökanın yazıları
#yeni şafak köşe yazarları
#dil bilinci
#türkçe
#eski türkçe