Toplumun sürekli seçime yapmaktan kendi hayat planlarını yapamaz hale geldiğini ve yorulduğunu iç-dünyama bakarak gözlemlemeye başlamıştım. Artık siyasetten ziyade asıl zihni uğraşılarım olan felsefeyle, psikolojiyle, maneviyatla ilgilenmek, bu alanlardan modern hayatımıza eleştiri yöneltmek istiyordum. Lakin bir yandan da yeni Türkiye gerçekten kurulmadan siyasi mücadeleden kopmak hiç içime sinmiyordu. Kendime 1 Kasım Seçimi'ne kadar zaman tanıdım. Seçimden sonra siyaset hayatımda olması gerektiği kadar yer alacak, “taş yerinde ağırdır” deyip işime bakacaktım.
Bugünkü yazımda, 7 Haziran'da daha önce hep oy verdikleri Ak Parti'ye değil de HDP'ye yönelmiş olan mütedeyyin Kürt seçmeninin 1 Kasım'da tavrının değişip değişmeyeceğini ele almayı planlamıştım. Birçokları gibi ben de epey zamandır bunun üzerine kafa yoruyordum. Galibi ihtimal, mütedeyyin seçmen bu seçimde de büyük oranda HDP'de kalacak diye düşünüyor, başkalarından farklı olduğunu sandığım çıkış noktamı tartışmak istiyordum. Çözüm Süreci ile birlikte, sürecin doğal bir komplikasyonu olarak pandoranın kutusu açılmış, etnik kimlik gerçekliği ortaya çıkmıştı. Dindar olsun olmasın her Kürt, etnik kimliğine kolektif ve bireysel kimliğinde bir yer açmak zorundaydı. Kuzey Irak'ta ve özellikle Kuzey Suriye'de yaşananlar da zaten bir Kürt'ün gözüne, etnik kimliğiyle ilgili gerçekleri, bu kimlikten kaynaklanan sorumlulukları olduğu önermelerini sokup duruyordu. Bu sorumlulukları bir biçimde yerine getirmek, etnik dayanışmaya ihanet etmediğini göstermek durumundaydı. Gönlü, çözüm için çabalayan Ak Parti'deydi ama bir süre HDP'e oy vermekte bir beis görmüyordu. Ak Parti demek, devlet demekti, devlet Çözüm Süreci'ne, Kürt kimliğine bir kez “evet” demişse ondan geri dönüş yoktu. Silahı bırakması gerektiğine örgütü ikna etmek gerekiyordu. HDP'yi desteklemek buna vesile olabilirdi. Ayrıca nasıl 12 Eylül Anayasası'na “he” diyerek darbecilerden kurtulunmuşsa, HDP'yi desteklemenin belki de PKK'dan kurtulmak gibi bir getirisi de olabilirdi. Kendimi Kürt seçmenin yerine koyduğumda hissettiklerim bunlardı. Empati işlemini 7 Haziran'dan sonra olan değişikliklere doğru çevirdiğimde ise şunları kaydedebildim. Fırsatı ganimet bilen örgüt, batıdaki beyazların da desteğine güvenerek, öz-yönetim adı altında yeniden teröre başvuruyordu. HDP, terörle kendisini ayrıştırmakta zorlanmış, Çözüm Süreci buzdolabına kaldırılmıştı. Mütedeyyin Kürt seçmenin tercihi, gönlündeki Ak Parti'ye doğru kaymaya başlıyordu. Ama özellikle dış şartlar, henüz etnik kimliğe göre tercih yapmaktan vazgeçecek kadar olgunlaşmamıştı. Etnik kimlik, diş macunu gibi bir kez tüpten dışarı çıktığında yeniden geriye itmek çok zordu.
Bu minval üzere yazacak, sizlerle dertleşecektim. Ne mümkün!... Bu ülkede, Ortadoğu'da bize hayatı zehir etmek için yemin etmiş olanlar, kendi çatışmalarını bizim üzerimizden çözmek, bizi birbirimize kırdırmak isteyenler varken ve bu kadar azıtmışlarken ne mümkün!...
Ben, “20 günüm kaldı, sonra siyaseti olması gereken yere koyacağım” diye düşünüp gün sayarken zalim, yine durmadı. 10 Ekim'de yine ortalığı kan gölüne çevirdi. “Burası, bu topraklar benim için çok önemli, bunun için ne gerekiyorsa yapmaktan çekinmem!” diye bağırdı Ankara'nın İstasyon meydanından. Alçaklar, çıkarları için, bugüne kadar kıydıkları canlarla yetinmeyip gerekirse çok daha büyük katliamlar yapabileceklerini ilan etmiş oldular. İnsanın, insanlığın, aynı değerler etrafında buluşmanın onlar için hiçbir önemi yok. Demokrasi içinde, siyaset yoluyla müzakere ederek sorunlarını çözen bir toplum olma ihtimalimiz karşısında çileden çıkıyorlar. Demokrasi gitsin de ne gelirse gelsin diyorlar, katlettikleri canları, ocaklarına ateş düşürdükleri haneleri hesaba katmıyorlar. Tam tersine biz kahroldukça, insanlığımızdan utandıkça onlar ellerini ovuşturuyorlar, hele bir de biz birbirimize düşersek değme gitsin keyiflerine…
Ankara katliamı, batılı aydınların, beyazların lüksüne sahip olamayacağımız gerçeğini bir kez daha yüzüme çarptı. Bir kez daha zihnime kazıdı: Çıkarları için insanımızı imha etmekten çekinmeyen bu katil sürüsü olduğu sürece demokrasiyi, siyaseti savunmak hala birinci vazifemiz… İnsan zamanının çocuğu… Doğduğumuz şartlarla imtihan oluyoruz. Kimin yanında durduğumuz, hak ve adalet için ne yaptığımız sorusuna cevap vermeden diğer sorulara geçemeyeceğiz. Şiddetin, travmanın, matemin, en berbatı da fanatizmin cirit attığı bu topraklarda insanı ve haklarını savunacağız. Kardeşçe yaşamayı, mazlumu, mağduru kollayan güçlü bir demokrasi kurmayı başarmadan, “Yeter artık benden bu kadar!” demeyeceğiz.
Biliyorum, “Ne yani şartlar daha elverişli olsaydı, batı ülkelerinin imkânları bizim elimizde bulunsaydı, dünyanın geri kalan yerlerini boş verip psikolojik, felsefi mülahazalar ve sanat uğraşlarına dalıp keyif mi çatacaktın?” diye soracaksınız. “Yeni bir dünya” kurulmadan, bırak yeni bir dünyayı, iblis orada, içimizde dururken her hangi bir biçimde “kurtuluş” mümkün mü insanlık dertlerinden? Hem Batı düşüncesi ve sanatı en büyük atılımını acıların katık olduğu iki dünya savaşı sırasında ve arasında yapmadı mı? Diyeceksiniz. Haklısınız; aldım dersimi…