Özgürlükçü ve sosyal devletçi fabrika ayarları

04:008/10/2015, Perşembe
G: 13/09/2019, Cuma
Erol Göka

7 Haziran Seçimi, diğerlerinden çok farklıydı. En büyük farklarından birisi, “seçim beyannameleri”nin önem kazanmasıydı. Her parti, özenle hazırladığı seçim beyannamelerini topluma anlatmaya çalıştı. Çoğunlukla fark edilmeden geçti ama beyannameler ekseninde topluma ulaşmaya çalışan siyaset görüntüsünün kendisi bile, demokrasimizin yerleşmesi, sorun çözücü hale gelmesi açısından anlamlı ve demokrasinin normalleştiğine bir işaretti.Ne demek “demokrasinin normalleşmesi”, önceden demokrasimiz “normal”

7 Haziran Seçimi, diğerlerinden çok farklıydı. En büyük farklarından birisi, “seçim beyannameleri”nin önem kazanmasıydı. Her parti, özenle hazırladığı seçim beyannamelerini topluma anlatmaya çalıştı. Çoğunlukla fark edilmeden geçti ama beyannameler ekseninde topluma ulaşmaya çalışan siyaset görüntüsünün kendisi bile, demokrasimizin yerleşmesi, sorun çözücü hale gelmesi açısından anlamlı ve demokrasinin normalleştiğine bir işaretti.

Ne demek “demokrasinin normalleşmesi”, önceden demokrasimiz “normal” değil miydi? Hayır, değildi. Vesayetçi parlamenter sistem, adeta bir demokrasi tiyatrosuydu. Sistemin patronajı, bürokratik ve ekonomik oligarşiye aitti. Güvenlikten ekonomiye, dış politikadan kamusal ve toplumsal alana yapılacaklar, oligarşi tarafından belirleniyor, resmi ideolojiye dayalı yargıyla güvence altına alınıyor, eğitim ve medya ile yeniden üretilmeye, meşrulaştırılmaya çalışılıyordu. Toplumu dönüştürme, diyalog, müzakere ve sorun çözme amaçlı olmayan siyasetin, kendisinden bile umudu yoktu. Siyasetçi, sistemin yüklediği rolün farkındaydı ve gereğini yapıyordu; alabildiğine söze abanıyor, belagatte ne kadar iyiyse o kadar başarılı görünüyordu.

Siyasi söylem, belagate ve söz oyunlarına dayanmakla kalmıyor, işlevsizliğini zaten segmentlere ayrılmış bir şekilde yaşayan toplumu ideolojikleştirerek örtmeye çalışıyordu. Batıcı, laikçi, İslamcı, etnikçi ideolojik dil, siyasetin aslında toplumsal sorunların çözümünde hiçbir işe yaramadığını öyle güzel gizliyordu ki… Eski Türkiye'de vesayetçi sistem, bürokratik ve ekonomik oligarşisiyle, sözüm ona parlamenter demokrasisiyle, segmenter toplumsal şeması ve ona uygun belagate dayalı siyasi söylemiyle barış içinde bir arada yaşayıp gidiyor, resmi ideoloji Kemalizm, “çağdaş yaşama koşan toplum”u simgeliyor, ona oksijen sağlıyordu. Sistemde görünür olmak isteyen herkes, bu oksijen tüpünden ihtiyacı olan miktarı içine çekmek zorundaydı.

Görüntü buydu ama buz dağının altındaki gerçeklik bambaşkaydı. Tek biçimli bir toplum oluşturma adına bastırılmış kimlikler, tek düze ve devlet bağımlı hale getirilmiş bir manevi hayat, giderek toplumdan kopan oligarşi ve yolunu şaşırmış aydınlar, her geçen gün daha çok sayıda varoşlara biriken, ekonomik ve kültürel sefalete terk edilen kent yoksulları… Modernlikle geleneksel olanın arasında iç dünyaları zihinleri bölünmüş, bilinçleri yaralanmış, paramparça olmuş insan manzaraları…

Demokrasi, görünüşte bile olsa, topluma bir parça tabii nefes aldırmıştı. İnsanlar, oyunu görüyordu ama “sandık”, günün birinde hesap sorma imkânı da verdiğinden ses çıkarmıyorlardı. Zaten kimse, dehşetengiz bir var kalma mücadelesinin ardından bin bir güçlükle kurulmuş, hiç değilse minarelerden ezan okunmasına, Müslüman muhayyilenin işlemesine imkân tanıyan devlete isyan etme niyetinde değildi. Sahipsiz, rehbersiz toplum, merkez (sağ) partiler ve liderlikler altında kendisini korumaya bir bütünlük, bir omurga oluşturmaya uğraşıyordu. DP, (kısmen AP) ve ANAP, cendereyi yırtmaya, millet iradesini iktidara taşımaya gayret ettiler şüphesiz ama çabaları daha ziyade ekonomik olarak kalkınma hamlesine yetebildi. Vesayet sistemine son vermek, akıllıca, ilmek ilmek örülmüş, iç ve dış konjonktürü çok iyi hesap eden bir politikayla Ak Parti'ye ve Erdoğan'ın liderliğine nasip oldu.

Ak Parti ve Erdoğan, artık ülkeye adım attıramayan, çekilmez vesayet sistemini ortadan kaldırarak yerine güçlü demokrasiyi getirmek, millet iradesini iktidara taşımak vazifelerine tam olarak müdriktiler. Tüm bunların yapılabilmesi için siyasi iktidarı elde tutmanın yanı sıra büyük bir ekonomik ve kültürel değişim, bir “sessiz devrim” yapılması gerektiğini tamamen kavramışlardı. Değişime karşı olan vesayet sistemi kalıntıları, halen ekonomide ve medyadaki hâkimiyetlerini sürdürmek için özellikle Erdoğan Cumhurbaşkanlığı makamına geçtikten sonra, saldırılarına pervasızca devam ettiler.

7 Haziran Seçimine bu şartlarda girildi. Ak Parti, seçim beyannamesini toplumun gerilimden yorgun düştüğü, dünyanın ekonomik olarak zor bir dönemde olduğu düşüncesine göre oluşturdu. İstikrar ve büyüme hedeflerine, Ak Parti'nin alâmetifarikası olan “sözünde durma” ilkesine halel gelmemesi için “ürkek” diyebileceğimiz sosyal politika dili tercih etti. Oysa muhalefet özellikle CHP, Ak Parti sayesinde yerleşmeye başlayan demokratik anlayışın da etkisiyle eskisi gibi ideolojik değil toplumun ihtiyaçlarına kulak veren bir beyanname açıklamıştı. İrticaa karşı laiklerin sesi olmaktan (!) söz bile etmiyordu. HDP vakasını bir kenara bırakırsak, 7 Haziran Seçimi, hâkim medyanın cambazlıklarından da sonuna kadar yararlanarak, CHP'nin vaatleri, Ak Parti'nin ise “kaynak?” sorusu ve “Onlar konuşur, Ak Parti yapar!” mottosu ekseninde seyretti. Sonrası, malum.

Ak Parti'nin 7 Haziran'dan ne ölçüde ders çıkardığını ayrıca ele alacağız. Hemen söylemek isteriz ki, yeni seçim beyannamesi, özgürlükçü (reformcu) ve sosyal devletçi fabrika ayarlarına döndüğünün işaretleriyle dolu. Ak Parti, mazlumların ve mağdurların özgürlük ve üretilen gelirden pay alma mücadelesi sayesinde var oldu; mücadele devam ediyor. Şimdi, “hatırlama”nın eşliğinde “umut” yeniden belirdi.
#1 kasım seçimleri
#ak parti
#chp