“Ölüyoruz demek ki…”

04:002/07/2015, Perşembe
G: 13/09/2019, Cuma
Erol Göka

Filozof olmaya lüzum yok, ölüm hakkında söz söylemek için. Ölümün, bir gün biz işimizi bitirmeden geleceğini, görevimizi henüz tamamlamamışken acımasızca bizi yarıda keseceğini adımız gibi biliyoruz. “Zaman”, ne dışımızda akıp giden bir şeydir ne de içimizde, an be an ilerleyen bir şey. Ne o, ne ötekidir; hem onu hem ötekini içerir. Ölüme, bu açıdan bakıldığında bir gün başımıza gelecek bir “olgu” değil, geride kalan hayatımız; geçip giden zaman diyebiliriz.Aslında her an ölüme doğru yürüdüğümüzü,

Filozof olmaya lüzum yok, ölüm hakkında söz söylemek için. Ölümün, bir gün biz işimizi bitirmeden geleceğini, görevimizi henüz tamamlamamışken acımasızca bizi yarıda keseceğini adımız gibi biliyoruz. “Zaman”, ne dışımızda akıp giden bir şeydir ne de içimizde, an be an ilerleyen bir şey. Ne o, ne ötekidir; hem onu hem ötekini içerir. Ölüme, bu açıdan bakıldığında bir gün başımıza gelecek bir “olgu” değil, geride kalan hayatımız; geçip giden zaman diyebiliriz.

Aslında her an ölüme doğru yürüdüğümüzü, Montaigne'nin “Yaşamınızın sürekli işi ölümü inşa etmek. Yaşamdayken ölümdesiniz, yaşıyorken ölmektesiniz” sözünü bilim de doğruluyor. Hücresel düzeyde her daim ölüp duruyoruz. Ölümün bu her an olmakta olan halini Türkçe'nin yapısı çok güzel ifade ediyor. “Ölüm” ile “olum” arasında üç noktalık incecik bir fark var yalnızca. Her “olan” aynı zamanda, zamanın içinde kaybolup gidendir; “ölen”dir. İşte bu yüzden “Olmuşla ölmüşe çare yoktur” denilir.

Günümüz insanı, bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin ömrünün uzamasına, yaşam kalitesine yaptığı katkılar nedeniyle, geleneksel dünyanın insanına göre çok daha şanslı ama “ölüm bilinci” açısından büyük bir gerileme yaşıyor. Diğer alanlarda devasa bir bilgi birikimine ulaşmışken ölüm bilinci konusunda tam bir körleşme söz konusu. Ölümden mümkün olduğunca kaçmak ve uzaklaşmak gerektiğine inanılıyor. Batı'nın sergilediği manzaraya “narsisizm kültürü” “ölümü inkâr eden toplum” gibi adlar veriyor düşünürleri.

Biz modernler ölümü, potansiyel olarak ölümcül ve tedavi edilebilir hastalıklar dağarcığına indirgenmiş bulunuyoruz. “Ecelle ölüm”, artık sadece edebiyatta mümkün... Ölen kimse ya sigara içtiği için, ya spor yapmadığı için, ya hastalıklara karşı gerekli önlemleri almadığı için, ya da karşıdan karşıya geçerken sağına soluna bakmadığı için ölüyor. Sağlık alanındaki tüm gelişmeler, hastalıklara karşı alınan önlemler, spor yapmak, beslenme rejimleri, hijyen saplantısı, bunların hepsi modernitenin başa çıkamadığı ölümlülüğün yapısını sökerek onu baş edilebilir parçalara ayırma stratejisinin öğeleri. Bu stratejiye uygun olarak modernite ölümü tecrit etmiş, mezarlıkları ve cenaze törenlerini günlük yaşamın uzağına taşımış, ölümü ortadan kaldırılması gereken bireysel bir suça dönüştürmüş. Bazı eski kültürlerde de var olan mumyalama gibi insan bedenini konserveleyerek saklama fikri, zamanımızda yeniden nüksetmesi bu yüzden. Bazı zengin Batılılar, tıbbın ölümcül hastalıklarına veya doğrudan doğruya ölüme çare bulacağından o kadar eminler ki, o zamana kadar bedenlerini dondurarak hayatlarını askıya alıyorlar.

“Post-modern” denilen son 30-40 yıllık zaman diliminde ise yaşam, sürekli bir tiyatro sahnesine dönüşürken ölüm de haber bültenlerinde bir sonraki habere kadar akılda kalacak bir haber haline getirildi. Bu yolla ölüm endişemizi yenmeye, fotoğraf ve filmlerle ölümsüzleşmeye gayret ediyoruz. Türlü çeşit hayat stratejisi önerilerinden kendimize uygun pasajlar alarak, ölümlülük bilgimizin üzerine sıkacak ve onun kötü kokusunu bastıracak bir parfüm eldesine çabalıyoruz.

Günümüz kültürü, ölüme karşı böylesine inkarcı ya da savaş açmış bir durumdayken “iyi hayat” konusunda kafa yoran birçok düşünür ve terapist, şu fikirde birleşiyor: Fiziksel ölüm, organizmanın yok oluşu demek, buna karşı belli ölçülerde mücadele etmek anlaşılabilir ama ölüme savaş açmak saçma. Ölüm endişesini ortadan kaldırabilecek panzehir, o yokmuş gibi davranmak değil bilakis ölüm üzerine düşünmektir. Ölümü ve ölümlülüğü açık yüreklilikle ele almanın, işlerin gerçek durumunu daha iyi değerlendirebilme, yaşamı daha katlanabilir kılma gibi bir ödülü var. Bu anlamda ölümü hiçlik, yok oluş gibi değil de “sıfır” sayısı gibi düşünmek en doğrusu. Sıfırı nasıl bir sayının sağına veya soluna yerleştirdiğinizde, onu on defa büyütüyor veya küçültüyorsa, ölüm de, asıl anlamını yaşamın yanında bulur; onu yüceltir veya onun anlamını azaltır, zayıflatır. Faniliğimizi, ölümlülüğümüzü bilmek yaşamımızın değerini azaltmak yerine arttırır.

Ömrümüzün bize Yaratıcımız tarafından sunulmuş bir armağan olduğunu anladığımızda bırakın varoluşun ertelenemeyeceğini anlamayı, armağan olarak her anın özel bir değeri, paha biçilmez bir kıymeti olduğunu kavrarız. Nasıl ölüm, başka “ihtimallerin imkânının ortadan kalkması” ise yaşadığımız her an da, bir “ihtimal İmkânı”. İrademizin hükmü her ne kadar kelebeğin kanat çırpması kadar olsa da gideceğimiz yönü belirlemek elimizde.

Zamanın çocuğu olarak biz Müslümanlar da elbette hem modernin hem post-modernin içindeyiz ama İslam inanç dairesinde olmak bize bambaşka bir imkân daha sunuyor. Ölümün bir son olmadığını biliyoruz, ölüm bizim için varlığın başka bir aşamasına giriş... İnancımız bize ölüm endişesini daha kolay yenme imkânı vermesinin yanı sıra bu dünyada ne yapmamız gerektiği konusunda da yol gösteriyor. Ayrıca “İnsan öldüğü zaman üç şey hariç ondan bütün amelleri kesilir: Bunlar sadakayı cariye, hayırlı evlat ve faydalı ilimdir” diye buyuran Peygamberimiz (sav), öldükten sonra hayırla anılmak ve cennet bahçeleri umudumuzun sürmesi için ne yapmamız gerektiğini söylüyor.

twitter.com/erolgoka
#Post-modern
#Montaigne
#ihtimal İmkânı