Neden “Büyük Türkiye” istiyoruz?

04:007/05/2015, Perşembe
G: 13/09/2019, Cuma
Erol Göka

Uygulamada kimi zaman kafamız karışsa, tam aksi istikametteki hayat yollarına yönelsek de düşüncede çoğumuz, mütevazı olmanın, aza kanaat getirmenin erdem olduğuna inanıyoruz. Hırs ve ihtiraslarımızı dizginleyebilmek, açgözlülük ve tamahkârlıktan sakınabilmek, insan kardeşlerimize iç- dünyamızda bir yer açabilmek için zihinlerimizin böyle bir koreografiye göre çalışması önemli. Konuşmak istediğim konu, tevazu ilkesine göre hareket etmenin, psikolojimize neler kazandıracağı değil, çoğunuz bunu benden

Uygulamada kimi zaman kafamız karışsa, tam aksi istikametteki hayat yollarına yönelsek de düşüncede çoğumuz, mütevazı olmanın, aza kanaat getirmenin erdem olduğuna inanıyoruz. Hırs ve ihtiraslarımızı dizginleyebilmek, açgözlülük ve tamahkârlıktan sakınabilmek, insan kardeşlerimize iç- dünyamızda bir yer açabilmek için zihinlerimizin böyle bir koreografiye göre çalışması önemli. Konuşmak istediğim konu, tevazu ilkesine göre hareket etmenin, psikolojimize neler kazandıracağı değil, çoğunuz bunu benden daha iyi yaparsınız. Benim aklım daha ziyade, kişisel düşüncelerinde ve bireysel hayatlarında “küçük güzeldir” diyen insanımızın nasıl olup da siyasi söylemde, hem ekonomide hem dış politikada “büyük” diye anılan projelere destek verdiğinde. Durun, hemen “Ne var bunda?” demeyin, en azından görünüşte bir çelişki olduğu açık. İslam'a büyük ölçüde tasavvuf yolundan girmiş, derviş meşrepliğe oldukça yatkın bir toplumun aynı zamanda kalkınmacı ve fetihçi bir halet-i ruhiyeye sahip olması incelenmeye değer. Birlikte kafa yoralım:

Tabii ki, refahı ve huzuru için acilen “kalkınma”ya ihtiyacı olan bir toplumun büyük projelere, iş bitiren, hizmet üreten iktidarlara destek vermesinde anlaşılmayacak bir durum yok. Ama kabul edin, bizim “büyük proje” sevdamızın ihtiyaçları aşan bir yanı var. Yabancı takımlarla olan spor müsabakalarında bile, sahaları kendiliğinden bir biçimde “Avrupa Avrupa duy sesimizi!” nidalarıyla inletmemizin ardındaki toplumsal psikolojiden bahsediyorum.

Toplum olarak biz “büyük” organizasyonları seviyor, onların cazibe halesinden daha kolay etkileniyoruz. Tevazu sahibi insanları baş tacı ediyoruz ama “Boğulacaksan büyük denizde boğul!” diyen de biziz. Aramızda dünya malına meyletmiş, “Hep bana hep bana” diyen acınası zavallılar da var elbette ama öyle doymak bilmez bir iştahla, had-hudut tanımayan müsriflikleriyle meşhur olmuş bir toplum da değiliz üstelik. Galibi ihtimal, eski imparatorluk günlerine duyulan özlemin bir neticesi olarak, cumhuriyete giden ilk adım olan meclisimize “Türkiye Büyük Millet Meclisi” adını uygun gördük; hem meclisteki ruhun hem de milletimizin büyüklüğünü vurgulamaya çalıştık. Çok partili sistemle birlikte özellikle Sağ'da oldukları söylenen partiler, “yeniden büyük Türkiye” sloganını öne çıkardılar. Kâh parti adlarının başına “büyük” sıfatını eklediler kâh halkın tercihine giden yolun, kalıcı, heybetiyle büyüleyen “büyük projeler”de olduğu bilinciyle kalkınmayı hedefleyen icraatlarda bulundular. Büyük projelerle büyük devlet olmak arasında bir bağ bulunduğu fikrini de hiç gizlemediler.

Tarihimizden bahsederken gerek devletlerimizi gerek yöneticilerimizi “büyük” sıfatıyla anmayı seviyoruz. Bugün de yöneticilerimize “devlet büyüğü” dememize bakarak “büyük” sevgimizin sadece imparatorluk günlerine özlemin simgesi olmadığını, tarihsel psikolojimizde çok güçlü bir zemini bulunduğunu söylemek mümkün. Atalarımıza, büyüklerimize verdiğimiz değeri, büyüklerimizin hiç gocunmadan elini öpme adedimizi de şimdilik bir kenara not edelim.

Nedir bizim büyük olmakla alıp veremediğimiz; dahası bizim “büyük” sözüne verdiğimiz anlam?

“Büyük” sözü Türkçe kökenli, “bedük” sözünün zaman içinde değişime uğramasıyla bu hale dönüşmüş. “Büyük olma” arzumuzun temelinde, sanılanın aksine fiziksel güç gösterisi, genişlemek, sayıca çoğalmak, eziciliğini arttırmak bulunmuyor.

İnsan yavrusu, büyüdükçe, yaş aldıkça, yetişkinleştikçe hem fiziksel olarak gelişir, dallanır budaklanır, genişler, güçlenir hem de manevi yetileri, zihni ve psikolojik kapasiteleri artar yani olgunlaşır. “Büyümek” dediğimizde hem gelişmeyi, hem olgunlaşmayı yani bir bütün olarak yetkinleşmeyi, güvenilir hale gelmeyi kast ederiz. “Büyüdükçe küçülen” insanların gerçekten büyük olduklarını düşünürüz. Yaşı ilerlediği halde kendisinden beklenen olgunluğu gösteremeyen kimselere şaşar kalırız; o yüzden sadece “yaş almış” demez “yaşını başını almış” olmaktan bahsederiz; aklın “yaşta değil başta” olduğunu vurgularız.

Bizim yaşam-dünyamızda “büyük insan” sözüyle, ne çok zengin, ne de çok güçlü, kolu uzun kimse kast edilir. “Büyük insan”, yaşından, hayat tecrübesinden edindiklerinin üzerine bir de başkalarına misal teşkil edebilecek erdemleri koyabilmiş kişidir.

Toplumumuzun, devletinin büyük olmasını dilerken de muradı aynı olmalıdır. Bizim büyük devletlerimiz de “emperyal” bir yetkinliği özünde taşır elbette ama bu asla işgal, ezmek, sömürmek anlamlarını da içeren “emperyalizm” demek değildir; sahip olduğu gücü “hak ve adalet” adına kullanmayı ifade eder. Emperyalistlerin dış politika anlayışlarına, dönemin İngiliz Başbakanı'nın “İngiltere'nin ebedi dost ve düşmanları yoktur, değişmez çıkarları vardır” sözlerinde somutlaşan Palmerston Kuralı yön verir. Bizim için haktan ve adaletten mahrum bir gücün, ne kadar devasa olursa olsun “büyüklük”le hiç ama hiçbir ilgisi yoktur; ona “zalim”, yaptığına “zulüm” deriz. Tüm mazlumların varlığına güvendikleri, dilediklerinde sığınabileceklerini bildikleri bir esenlik diyarı olmak için isteriz biz iri olmayı, diri olmayı; “Büyük Türkiye”yi...

twitter.com/erolgoka
#Türkiye Büyük Millet Meclisi
#emperyalizm
#yeni türkiye