Geçenlerde gazetemiz yazarlarından, parlak zihinlerimizden Akif Emre, “Kürtler, İngiliz rüşvetini neden reddetti?" başlıklı yazısında, Müslüman Kürtlerin neden Sevr Anlaşması'na destek vermedikleri konusunu ele aldı. Şu çok mühim tespiti yaptı: “
İngilizlerin verdiği sömürgeleştirilmiş devlet rüşvetini Müslüman Kürtlerin neden reddedip Müslüman Türk ve diğerleriyle beraber emperyalizme karşı savaştığını unutan Beyaz Türk aklı, şimdi de çözüm adına Kürtleri Türklerden, Türkleri Kürtlerden ve bu toprakların ruhundan koparmaya çalışıyor
." Akif Emre, seküler Kürt siyasal hareketinin başarılı olamayacağını zımnen vurgulayarak, tamamen katıldığım yazısını, “Ortak gelecek tasavvuru ortak geçmiş tecrübesinden ayrı düşünülemez" diye bitiriyor. Bu cümleye bir “son tahlilde" ilavesi yapmak istiyorum. Zira bir süredir artık geçmiş ve gelecek arasına “seküler karıştırıcılar" girmiş durumda ve epeyce sahnede kalacaklarmış gibi görünüyor. Dahası, 7 Haziran seçimi sonuçları, Sevr'den bu yana ne değiştiği üzerine düşünmemizi zorunlu kılıyor. Dini kimlik ve etnik kimlik arasındaki ilişkilere kafa yormak, “Sevr'e direnen Müslüman Kürtlerin kimliklerindeki baskın dini bileşenin yerine acaba etnik bileşen mi geçmeye başladı?" ya da “Büyük çoğunluğu mütedeyyin Kürtler, yöneticileri seküler olan, teröre başvurmaktan çekinmeyen etnikçi bir harekete destek verirler mi?" sorusunu cevaplamak durumundayız.
Bilinçli hiçbir Müslüman, “benim kavmi aidiyetim dini inancımdan daha önemlidir" demez, diyemez. Bu gerçek, Türk milliyetçileri için de HDP'e oy veren mütedeyyin Kürt seçmen için de caridir. Ama gel gör ki, ortada kavmi aidiyet hissiyatı farkına bağlı büyük dertler var. Dini kimlik ve etnik imlik arasındaki ilişki ve dinamikleri anlamak, sanıldığından çok daha zor... Sadece yakın tarihe, yaşanan savaşlara, çatışmalara, devletlerin ortaya çıkış nedenlerine baksak bile etnisite ve dini inancın kimliğimizdeki tam yerlerini ve güçlerini belirlemenin zorluğunu anlarız. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'nda, Balkan Savaşları'nda, Osmanlı İmparatorluğu'nun, Sovyetler Birliği'nin, Yugoslavya'nın yıkılması sırasında yaşananlar, kimin kiminle neden savaşıp çatıştığı zihnimizi allak bullak etmeye, ortada her şeyi anlamımızı sağlayacak basit bir formül olmadığını kavramamıza yeter. Aynı dinden, aynı mezhepten olmak bazı durumlarda birleştirici bir nedenken birçok durumda etnisitenin, hatta aşiret farklılığının ana faktör olarak öne çıktığını görürüz.
“Her şeyi, işte bu alçaklar yaptı" diyeceğim bir komplo teorisine sahip değilim. Ama egemen yönetici akılların, olayların akışını, gerilim ve çatışmaları, kendi isteklerine göre yönlendirebilmek için, kimliklerin etnik ve dini bileşenleriyle acımasızca oynadıkları kesin. Siyasi, ideolojik ve ekonomik iç içe geçmiş birçok neden, bizi çok grift tabloları, sadece kimlik meselesine indirgememe, kimlik meselesini de daraltılmış bir perspektiften ele almama noktasında uyarıyor. Lakin etnik ve dini kimlik hakkındaki sorular, tüm bunları bilmemize rağmen, kışkırtıcılıklarını koruyor. Ayrıntıya odaklanarak bildiklerimizden daha çoğunu bilmek istiyoruz.
Bugün daha çok sosyoloji ve siyaset biliminde araştırma ve incelemelere konu oluyorsa da “kimlik", öncelikle bireyin davranışlarını, düşüncelerini, duygularını inceleyen psikolojik bilimlere ait bir kavram. Ben de epey sıkça kimlik meselesiyle ilgili yazıyorum. Sevr'deki Kürt tavrından, 7 Haziran seçim sonucuna nasıl gelindiğini birlikte düşünebilmemiz için, bazı tekrarlar pahasına, yine heybemdekileri masanın üzerine koymak durumundayım.
Tabii ki hayatın içinde insan(lar) etiyle, kemiğiyle, yekpare bir biçimde karşımıza çıkıyor. “Etnik kimlik", “dini kimlik" diye kompartımanlar yok. Bu kavramlar, insanın, toplumun bir özelliğini açıklayabilmek için yapılmış soyutlamalar. Hatta “kimlik" kelimesinin kendisi de öyle.
“Kimlik duygusu", kim olduğumuzu arama motivasyonu, her insanda var; sanki doğuştan gibi. Kişinin “kim olduğu" sorusuna süreklilik, bütünlük ve tutarlılık içeren cevapları kimliğini oluşturuyor. Kimlik, öyle nüfus cüzdanı çıkarır gibi bir günde ortaya çıkmıyor. Neredeyse dünyaya geldiğimizden itibaren uzun ve meşakkatli bir arayış gerekiyor. Başta anne-babamız, yaşamımızdaki önemli insanlarla kurduğumuz özdeşimler, kimliğin temeli. Özdeşimlerin birbiriyle bütünleştirilmesi ve ardından gençlik döneminde edindiğimiz değerlerin de içselleştirilmesiyle kimlik oluşumu için gerekli malzeme büyük ölçüde sağlanıyor. Kimlik arayışımız kendisini en çok gençlik döneminde hissettiriyor. Etnisite ve din gibi kolektif özellikler, değer olarak gençliğimizde kimliğimize yerleşiyor. O yıllarda her zamankinden daha fazla mensubiyet ve aidiyet hissediyor, kimliğimizin kaba inşası tamam olduğunda gençlikten yetişkinliğe geçebiliyoruz. Yetişkinlikte mutedilleşsek, bireysel kimliğimizi biraz öne alsak da kolektif kimliğimize sahip çıkıyoruz.
Sevr'den bu yana Kürtlerin (bahse konu onlar olduğu için; yoksa pekâlâ Türklerin, bilcümle Müslümanların da diyebilirim) kimliklerine ne olduğunu, geçmiş ve gelecek arasına giren sekülerliği anlatmaya çalışarak sürdüreceğim.