Yabancılaşmanın ne olduğunu açıklamak için birçok görüş öne sürüldü ama kabul etmek gerekir ki, üzerinde en çok çalışılanı Karl Marx'ınki oldu. Marx, yabancılaşmanın yaşanılan toplum düzeniyle bağına işaret ettikten sonra, konu, birçok izleyicisi tarafından ele alındı.
“Ne yazık ki bizimki kadar çok yöntemle mistifiye edilmiş, mesajlarla ve bilgiyle, pek çok mistifikasyon aracılığıyla doyurulmuş bir toplum asla var olmamıştır. Her şey şeffaf olsaydı, hiçbir ideoloji, hiçbir hâkimiyet mümkün olmazdı.” Bu sözlerin sahibi Fredric Jameson gibi düşünenler, daha ziyade insanların iktidarlar tarafından nasıl yabancılaşarak ikna edildiğine kafa yordu. Guy Debbord ise, daha ziyade yabancılaşma ile toplumdaki gösteri biçimleri arasındaki ilişkiye odaklandı. Tüketim esaslı hayatın, ülke ve ideoloji farkına bakmaksızın dünyayı tek bir Pazar haline getirmeye doğru ilerlediğini söyledi. Walter Benjamin, teknolojik gelişmenin doğal sonucu olarak metaların kitlesel üretimiyle insan ilişkilerinin “şeyleşmesi” arasındaki bağa dikkat çekti. Böyle giderse tüm geleneklerin ortadan kalkarak, hayatın her yerde benzer bir hal alacağını, imgelerin bile metalaşacağı tespitini yaptı.
Marx'ın izleyicileri arasında en çarpıcı fikirleri ise şüphesiz Jean Baudrillard, öne sürdü. Baudrillard'a göre yabancılaşma, şeytanla anlaşmaydı; para ekonomisine dayalı kapitalist toplum yapısının ta kendisiydi. Tüketim, kültürel sistemimizin üstüne temellendiği, sadece eşyalarla değil, aynı zamanda toplum ve dünya ile ilişkimizde etkin bir biçimdi. Emeğimiz, işimiz ve eylemlerimiz yapıldıkları andan itibaren nesneleşiyor, bizim dışımıza çıkıyor; denetimimizden kurtuluyor ve bir bakıma şeytanın eline düşüyordu. Tüketimin öznesi göstergeler düzeni olduğundan ve her yapıp etmemizin bir meta mantığı genellemesi içinde tüketilebilir bir göstergeye dönüşmesinden ötürü de şeytanla anlaşmak zorunda kalıyorduk. Çünkü kendi varoluşumuzu, kendimizin dışına attığımız bizden türeme bu göstergelerin konumuna göre, yani toplumsal aynadaki imgelerimize bakarak ancak anlamlandırabiliyorduk. Dolayısıyla tüketim toplumunda cinsellikten fantazmalarımıza kadar tüm insan etkinliklerinde ve ilişkilerde yabancılaşmadan kurtulma imkânımız kalmıyordu.
Kapitalist toplumdaki tüketimin niteliği üzerine düşündükçe Baudrillard, Marx'tan koptu ve nihayet, bizim de sık sık gönderme yaptığımız, kendi özgün düşüncelerini üretmeye koyuldu. Marksistleri tüketim toplumunun niteliklerini anlayamamakla suçladı. Günümüzde tüketimin basit bir kavram, özgür bir seçim olmadığını, tüm toplumun ve ilişkilerin tüketim eksenli olarak inşa edildiğini ikna edici bir biçimde gösterdi.
Tüketim toplumunda neye ihtiyacınız olduğunu siz değil sistem saptıyordu. Hangi malların tükettiğiniz toplum içindeki konumuzu da belirliyordu. Yetmiyor, konumunuz da işinize nasıl gideceğinize, şehrin hangi bölgesinde nasıl bir evde oturacağınıza, çocuklarınızı hangi okula göndereceğinize, hastalandığınızda hangi hastaneye başvuracağınıza da sizin yerinize karar veriyordu. Konumunuza göre tüketmek, sınıfınıza uygun tüketim kalıbına uymak zorundaydınız; toplumsal ayrıcalık ve itibar buna göre kazanılacaktı.
Kendisine sunulan tüketim nesneleri konusunda yeterince bilgi ve fikir sahibi olmayan toplum, büyülenmiş gibi davranıyordu. Nesne bolluğunun arkasındaki süreçleri, acılı hayatları asla görmüyor, bir lütuf gibi algılıyordu. Formatı tüketim tarafından atılınca, insan ilişkilerinin de en nihayetinde maddiyat tarafından belirlenmesinin önüne geçilemiyor, ahlaki değerler bile bu çerçeve tarafından tayin ediliyordu. Gündelik hayat, bir simülasyon evreninin parçası olduğundan, toplu halde yabancılaşıldığından, insani özün ve hakikatin nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Simülasyon düzeniyle birlikte dolaysız yaşam biçimleri de geleneklerle birlikte çoktan ortadan kalkmış, bilişim teknolojileri hayatımıza bir de sanallığı katmıştı.
Tüketim toplumunda ruhun yerini beden alacak; bedenin etrafı da sağlıklı yaşam, fitness, terapi, arzu gibi efsanelerle kuşatılacaktı. Anı yaşamaya, kendini gerçekleştirmeye çağıran psikolojik kışkırtmalara, yatırım nesnesine dönüşen bedenimizi keşfetmemizi isteyen reklamların cangılları eşlik edecekti. Ama ne ki hakiki arzuya kendisi bir gösterge sistemine dönüşmüş bedende yer bulmaya imkân yoktu. Yabancılaşmış insanlar, yaşadıklarını, yalnızca gereğinden fazla harcadıklarında hissedebiliyorlar, üreticilerin bulduğu “planlanmış eskime” yöntemi sayesinde bir nesnenin kullanılma süresi, dayanıksızlığı sayesinde denetim altında tutuluyor, alışveriş sürekli hale getiriliyordu.