İstanbul Sözleşmesi’nin ruhu: Mazinizi unutun, feminizmle felaha erin!

04:0014/07/2019, Pazar
G: 14/07/2019, Pazar
Ergün Yıldırım

İstanbul Sözleşmesi, öncelikle kadına karşı yapılan şiddetle mücadele ile başlıyor. Ancak ilerleyen satırlarda konsept içine aile, beraber yaşayanlar, toplumsal cinsiyet, 18 yaş altı kızların da kadın sayılması gibi yaklaşımlar buna dahil ediliyor.Böylece sözleşme görünürde kadınlara yönelen şiddete karşı mücadele anlaşması olarak dururken aslında ruhuna bu kavram aracılığıyla yeni bir cinsiyet, aile, kadın ve cinsellik yaklaşımı ekiliyor. Bu yaklaşım kesinlikle klasik Türk kadını ve Türk aile yapısıyla

İstanbul Sözleşmesi, öncelikle kadına karşı yapılan şiddetle mücadele ile başlıyor. Ancak ilerleyen satırlarda konsept içine aile, beraber yaşayanlar, toplumsal cinsiyet, 18 yaş altı kızların da kadın sayılması gibi yaklaşımlar buna dahil ediliyor.



Böylece sözleşme görünürde kadınlara yönelen şiddete karşı mücadele anlaşması olarak dururken aslında ruhuna bu kavram aracılığıyla yeni bir cinsiyet, aile, kadın ve cinsellik yaklaşımı ekiliyor. Bu yaklaşım kesinlikle klasik Türk kadını ve Türk aile yapısıyla veya yine klasik İslam ailesi ve Müslüman kadın değerleriyle büyük bir farklılık arz ediyor. Hatta ondan tamamen kopuşu ifade ediyor. Avrupa’nın son 30 yılda, post-modern ailesizlik, partnerlik yaşamı ve feminist ideolojinin geliştirdiği kadın bakış açısını yansıtmakta. Sözleşmenin ilerleyen sayfalarında toplumsal cinsiyet ile ilgili yapılan tanımlamada sosyolojik gerçeklikten uzaklaşıyor. Daha çok ontolojiye yönelerek yeni ideoloji inşa etmeye çalışıldığı görülüyor.

Şöyle ki, sosyolojik gerçeklikte gender( toplumsal cinsiyet) ,cinsiyetin farklı toplumsal pratikler içinde yapılaşmasına göndermede bulunur. Örneğin bir kent erkeği ile bir köy erkeğinin farklılıkları ya da bir burjuva kızının tahayyülü ile bir işçi kızın tahayyülü... Bunlar toplumsal cinsiyet olarak okunabilir. Ancak toplumsal cinsiyet, bu sosyolojik pratikten öte ontolojik ve apriorik bir alana taşınmaktadır. Burada da cinsiyetin toplumla beraber yapılandığı realitesi bir mutlaklığa dönüşüyor. Doğuştan gelen, biyolojik olan ve fıtratla( insanın evrensel doğası da diyebiliriz) gelen farklılıklar ret ediliyor. Hatta bu farklılıklar ayırımcılık ve eşitlik önünde engel olarak kabul ediliyor. Bir bakıma yadsınan cinsiyet ontolojisi yerine tamamen yeni seküler ve dünyevi bir ontoloji öneriliyor.

Bu yaklaşımda İslamiyet’in kadın, kız, erkek gibi cinsiyet farklılıklarına ilişkin fıtrattan gelen hem de biyolojik olan farklılıkları inkar edilmekte. Ayrıca İslam esaslarında kadın ve kız ayrıdır, erkek de cinsiyet eşitliği içinde düşünülemez. Nitekim hem Kur’anda farklı muhataplıklar var hem de buna göre gündelik hayatı düzenleyen fıkıh, farklılığa dayalı yükümlülüklere dikkat çeker. Örneğin kız ve erkek evlatlara erkek baba bakmakla yükümlü hatta hatuna (evli dişil cinsiyet!) da erkek koca (evli eril cinsiyet!) bakmakla yükümlü. Mükellefiyet dediğimiz olgu kadın ve erkek eşitliğine değil, farklılaşmasına dayanır. İslam’ın cinsiyet teorisi, modernitedeki eşitlik paradigmasına dayanmaz. Hem eşitlik hem de farklılık önemsenir. Oldukça değişkenlik arz eder. Burada farklılığı ayırımcılık diye algılamak büyük bir bilinç kayması olur. Modern bilince kaymadır bu. Çünkü farklılıklar kimi yerde ciddi anlamda dişil cinsiyete üstünlük ve ayrıcalıklar sağlar. Daha son 30 yıldır, modernite salt eşitliğin ürettiği saçmalıktan kurtulmak için “pozitif ayrımcılık” kavramını üretti. Ne kadar aptalca/paradogsal bir kavram! Hem pozitif hem de ayırımcılık. Oysa hem farklılık hem de eşitlik dediğimizde pozitif ayrımcılık yapmanız gerekmiyor. Ayırımcılık gerekmiyor. Herkese özelliklerine ve düzeyine göre hakkını teslim etmek gelir.

Sözleşme bütün partilerin kadın şiddetini çözme ve eşitliği sağlamak için toplumsal cinsiyeti( gender perspective) temel almasını istiyor. Bize Avrupa modernliğinden doğan feminizm düşüncesinin son buluşu dayatılıyor. Kadın haklarından toplumsal cinsiyet ideolojisine sıçrayan bir feminizm bu.

Sözleşmenin 13. bölümünün 12. maddesinde, “genel yükümlüler” başlığı altında örf,din, adet, gelenek, namus vs kavramları etrafında oluşan paragrafta sözleşmenin “niyetini” de daha farklı boyutlarıyla açığa vurmakta. Burada bütün bu kavramlar bagajına karşı savaşılması istenmekte ve eşitliğin bu şekilde çözülebileceği söylenmekte. Dolayısıyla Müslümanların ve Türklerin asırlar içinde oluşan cinsiyet kültürü, örfü, namusu ve diğer değer depoları tamamen cinsiyet eşitliği karşısında büyük bir sorun olarak görülmekte. Bunlara karşı mücadele vererek toplumsal cinsiyet eşitliği sağlanacağı niyeti de açığa vurulmakta. Yine “eğitim” çalışmaları başlığı altında “toplumsal klişelerden arındırılmış toplumsal cinsiyet rolleri” ifadesi oldukça dikkat çekici. Bir sosyolog olarak soruyorum: Toplumsal klişelerden arınmak mümkün mü? Türklerin ya da Müslümanların toplumsal klişelerinden arındığınızda bunun yerine Avrupa feminizminden üretilen yeni toplumsal klişeler koymuş olmuyor musunuz? Hangi toplumsal klişenin daha eşitlikçi, daha adaletli, daha doğru olduğuna kim karar verecek?

Kimse bize yeni ezberler ve ideolojiler dayatmasın! Popüler feminizm ve cinsiyet kaotizminden yükselen trende teslim olmamızı beklemesin. Düşüneceğiz, sorgulayacağız. Hem inancımızın esaslarına bağlı kalacağız hem de milletimizin mirasına saygı duyacağız. Cinsiyet kültürümüze Avrupa feminist değerlerle yaklaşarak hesap sormayacağız.

Sözleşmenin pratik yansımalarına devam edeceğiz!

#​İstanbul Sözleşmesi