Sayın Cumhurbaşkanı’nın en büyük hizmeti

04:007/05/2023, Pazar
G: 7/05/2023, Pazar
Dursun Gürlek

Bugünlerde Abdülhak Adnan Adıvar’ın “Bilgi Cumhuriyeti Haberleri” isimli kitabını bir kere daha okuyorum. 1945 yılında, “Tasvir Neşriyatı” tarafından yayımlanan bu eserde hayli ilgi çekici ve bilgi verici makale bulunuyor. Bunlardan biri de “Hocam ve Ben” başlığını taşıyor. Müellifimiz, bu yazısında hem hocasından, hem Ayasofya’dan bahsediyor. Adnan Adıvar, -kendisinin anlattığına göre – bir bayram akşamı Sultanahmet meydanında dolaşıyor. Meydana ismini veren muhteşem caminin ihtişamına hayran oluyor.

Bugünlerde Abdülhak Adnan Adıvar’ın “Bilgi Cumhuriyeti Haberleri” isimli kitabını bir kere daha okuyorum. 1945 yılında, “Tasvir Neşriyatı” tarafından yayımlanan bu eserde hayli ilgi çekici ve bilgi verici makale bulunuyor. Bunlardan biri de “Hocam ve Ben” başlığını taşıyor. Müellifimiz, bu yazısında hem hocasından, hem Ayasofya’dan bahsediyor.

Adnan Adıvar, -kendisinin anlattığına göre – bir bayram akşamı Sultanahmet meydanında dolaşıyor. Meydana ismini veren muhteşem caminin ihtişamına hayran oluyor. Nasıl olmasın ki, “caminin minareleri, ay aydınlığı ile giyinmiş, boyunlarına üç sıra gerdanlık takmış, altı nârin gelin gibi göklere yükseliyorlardı.”

Onların arasında Ayasofya’nın müze olması hasebiyle minareleri, böyle bir bayram akşamında, öksüz çocuklar gibi melûl mahzun duruyorlardı. Yayvan kubbesine gelince, o da dinlendirilmiş, şamdanların ortasında biraz somurtkan, fakat olanca azametiyle oturuyordu. Bu manzara yazarımıza aziz hocasını, Peyami Safa’nın babası İsmail Safa’yı hatırlatıyor ve ona şu cümleyi kurduruyor: “Ayasofya’nın önünden bin defa geçtiğim, tarih sahnesinde, ortaçağı kapatıp yeniçağı açan muazzam bir altın anahtar gibi duran yaldızlı alemiyle bu kubbeyi bin kere seyrettiğim halde, ancak bu defa şair İsmail Safa’yı, hatırlattı. Evet bilirim ki, rûhî ve hayatî sebepler, fizikî sebepler gibi daima, her defa aynı neticeyi vermezler.”

Yine yazarımızın ifadesine göre, İsmail Safa, şimdiki adı Vefâ Lisesi olan Dersaâdet İdadisi’nden edebiyat hocasıdır. O zamanlar Ramazan günleri mektep öğleden sonra açılmakta ve dersler mahmur bir eda içinde geçmektedir. Dolayısıyla hocalar da, talebeler de -oruçlu olsunlar, olmasınlar- bir oruç keyfi hüküm sürmektedir. İşte böyle bir Ramazan günü İsmail Safa, talebelerine bir Ayasofya şiiri yazdırıyor. İlk beyti, “Bir kubbe ki, vicdân-ı muvahhid gibi muhkem” mısraıyla başlayan bu şiir gerçekten de bir edebiyat hârikasıdır. Çünkü Ayasofya’nın kubbesinin ne kadar sağlam olduğunu, onu Müslüman vicdânına benzetmek sûretiyle dile getiriyor.

Adnan Adıvar’ın hocasından ve Ayasofya’dan söz ettiği bu yazı bana babası, bizim de üstadımız Peyami Safa’nın yine Ayasofya ile ilgili şâhâne bir makalesini hatırlattı. Konunun eksik kalmaması ve Peyami Safa’nın nasıl bir kaynaktan beslendiğini daha iyi göstermesi için onu da aşağıya naklediyorum:

“Ezanın çana karşı en büyük zaferi, beş yüz sene evvel, kiliseden cami haline getirilen Ayasofya minarelerinden ‘Hayye ‘alel-felâh’ sesleri yükseldiği zaman ilâhi ifadesine kavuştu. Bu sesler devam ettiği müddetçe Hıristiyanlık âleminde İstanbul’u yeniden ele geçirmek hayâli ancak delilerin rüyâsına girebilirdi. Çanakkale harpleri bu şehri fethetme teşebbüslerinin akıl dışı mâceralar olduğunu gösterdi.

Fakat Ayasofya minarelerinden ezan sesleri kesilince ortaçağ artığı ihtiraslar kabarmaya başladı. Bu defa İstanbul’a Çanakkale Boğazı’ndan değil, Türk’ün tarih şuuruna çaktırmadan, iğfalin lastik pabuçlarıyla sessizce ve hırsızca girmek hayâlleri doğdu. Başta UNESCO, milletlerarası kültür teşekkülleri vasıtasıyla Ayasofya semtinde bir ‘Citê Historique- Tarih Köşesi’ vücuda getirmek teşebbüslerine girişildi. UNESCO Paris merkezinin bir zamanlar İdare Heyeti’nde bulunduğum milli komisyona kadar intikal eden gayretlerinde bizantinogların tesiri başta geliyordu. Komisyonda teklifi reddettirmeye muvaffak olduk. Fakat merkez ısrar ediyordu.

Bu teşebbüse muvazi (paralel) olarak bir de, Ayasofya ve civarını Vatikan gibi serbest ve müstakil bir bölge hâlinde ve Patrikhâne’ye bağlı bir rûhanî merkez şekline sokma gayretleri devam etmektedir. Bu gaye için İskenderiye Patriği’nin İstanbul’a geldiği, Yeşilköy Hava Meydanı’nda Rum metropolitleriyle konuştuğu malûmdur. Gazeteler bu metropolitlerin hava meydanına dini elbiseleriyle ve Türk kanunlarına aykırı olarak gittiklerini de yazmışlardı. Patrik, buradan Moskova’ya uçtu. Ve İstanbul’daki temasının neticelerini Moskoflara sundu. Sovyetlerin de desteklediği bu planın İstanbul’u gayr-ı askeri tertiplerle ele geçirmenin ilk merhalesi olduğu muhakkaktır.

Din mücadelelerinin sona erdiği bir dünyada yaşadığımıza inanmak gaflettir. Kıbrıs davasında da Ortodoksluğun oynadığı büyük rol göz önündedir. Ayasofya’nın müze haline getirilmesi, Hıristiyanlığın İstanbul üzerindeki emellerini bertaraf etmemiştir. Bilakis cesâretini artırmış, kışkırtmış ve azdırmıştır. Geçenlerde Atenagoras’ın Patrikhane’yi kendi muhafızlarıyla korumak için giriştiği teşebbüsler de aynı cür’etli plânın adımlarından biriydi.

Ayasofya’nın tekrar cami haline gelmesini isteyenlerin emellerini yobazca bir hayâl sanmak da gafletlerin gafletidir. Fatih yobaz değildi. Hıristiyanlığa verdiği imtiyazlar bunun delilidir. Fakat Ayasofya minarelerinden yükselecek ezan sesinin bu şehirde İslâm-Türk hakimiyetini ebedileştireceğini biliyordu. Beş asır sonra torunları arasında bunu unutanların bulunabileceğini tahmin edemezdi.

Babamla beraber tekrarlayayım:

“Giranhâb-ı gafletsin ey kavm

Uyan, belki bir devr-i mâkûs olur

Ezanken bu sesler uyan, korkarım

Vatan bir taningâh-ı nâkus olur

Bizi rûh-ı pâk-i Muhammed bile

Görür Arş-ı A’lâda me’yus olur

Uyan, artık ey halk, tâkey sükût!

Bu samtın sonu bank-i efsûs olur.”

İnsan, kitap karıştırmaya devam ettikçe yeni yeni şeyler öğreniyor, kenarda, köşede gizli kalmış bilgilere ulaşıyor. Ben de, Adnan Adıvar’ın yukarıda adı geçen eserine ikinci bir defa göz atmamış olsaydım Peyami Safa’nın babası İsmail Safa’nın Adnan Bey’in hocası olduğunu, bu içli şairimizin harika bir Ayasofya şiiri yazdığını öğrenmemiş olacaktım. Adnan Adıvar, kabrinde müsterih uyusun, çünkü Ayasofya’nın minareleri öksüz ve yetim olmaktan kurtuldu. Bu muhteşem mâbedin sağlam kubbesini Müslüman vicdanına benzeten İsmail Safa, mezarında sefâlansın, artık Ayasofya’nın kubbesini çınlatan Kur’ân sesleri buradan gök kubbeye yükseliyor. Peyami Safa’nın rûhâniyetine de müjdeler olsun, şimdilerde Ayasofya tekrar Müslüman oldu.

Ayasofya tarihinin yanı sıra bir de Ayasofya edebiyatı olduğunu ve bu mâbed hakkında yazılan şiirlerin edebiyat tarihimizi süslediğini bu vesileyle hatırlatmış olayım.

Bu bahse son vermeden önce belirtmek isterim ki, Sayın Cumhurbaşkanı’mızın iktidarda olduğu sürece yaptığı en büyük hizmetlerden biri de 86 yıllık bir fetret devrinden sonra Ayasofya’yı camiye çevirmiş olmasıdır. Maddi anlamdaki hizmetler elbetteki makbûldür ve muhakkak yapılmalıdır. Ama unutmayalım ki, sevabı kesintiye uğramayacak olan asıl icraat aziz Türk milletinin manevi dünyasına yapılan hizmettir. Kanaâtim o ki, “Türkiye Yüzyılı”nın ilham kaynağını Ayasofya’nın asli kimliğine kavuşmuş olması teşkil edecektir. Unutmayalım ki, Ayasofya Türk’ün “Kızıl Elma”sıdır. Buna bir şahit aramak gerekirse ünlü tarihçimiz İsmail Hâmi Dânişmend’e muracâat etmemiz gerekiyor.

Merhum Dânişmend, “Ayasofya Kızıl Elması” başlığıyla yayımladığı bir yazıda bu deyimin ne anlama geldiğini açıkladıktan sonra sözlerini şöyle tamamlıyor:

“Âdeta bir kânun gibi daima riâyet edilmiş muhteşem bir Türk an’anesi (geleneği) vardı: Herhangi bir kale yahut şehir fethedildiği zaman surun üstüne bayrak çekilirken mutlaka ezan okunur ve Türklüğün sembolüyle Müslümanlığın sesi ordunun zaferini birlikte ilan etmiş olurdu. En büyük kilisenin camiye tahvili (dönüştürülmesi) de işte ilk fetih gününün ilk işiydi. Eski Türk işte böylece ‘Kızıl Elma’sına kavuşmuş sayılır ve ilk Cuma namazı işte o Kızıl Elma Camii’nde yani hem İslâmiyet’in, hem Türklüğün hâkimiyet timsali olan büyük camide kılınırdı. Bu gibi camilere umumiyetle ‘Fethiyye’ yahut ‘Kilise Camii’ denilir ve bazen de Ayasofya’da olduğu gibi, eski adı bir zafer alâmeti olarak bırakılırdı. İşte bütün bunlardan anlaşılacağı gibi, kiliseden çevrilmiş büyük cami demek, Türk ordusunun tarihi, milli ve dini bir zafer anıtı ve aynı zamanda Kızıl Elma’nın en büyük sembolü demektir. Bu vaziyete göre Ayasofya Camii yalnız bir İslâm mâbedi değil, aynı zamanda Türk fethinin en büyük milli ve tarihi âbidesidir.

Netice itibariyle İstanbul’un 29 Mayıs 1453 Salı gününe rastlayan fethinden 24 Kasım 1934 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilinceye kadar Milâdi Takvim’in ıslâhından doğan on günlük fark da hesap edilmek şartıyla 481 yıl, 5 ay, 16 gün cami vaziyetiyle Kızıl – Elma sıfatını muhafaza etmiş olan Ayasofya’nın bu son devri, şehrin Türk hâkimiyeti timsalinden mahrumiyet devri demektir.”

Şükürler olsun, mahrûmiyet devri bitti. Müjdeler olsun, hâkimiyet devri başlıyor. “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi”nin yazarı merhum müverrihimiz Prof. Osman Tûran’ın da ruhu şâd olsun.

#Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi
#Recep Tayyip Erdoğan
#Abdülhak Adnan Adıvar