Refi Cevad Ulunay’dan anekdotlar

04:0020/10/2024, Pazar
G: 20/10/2024, Pazar
Dursun Gürlek

Bâbıâli’nin en renkli şahsiyetlerinden, kalemi son derece işlek fıkra muharrirlerinden biri de, Refi Cevad Ulunay’dı. Onun Milliyet gazetesinde “Takvimden Bir Yaprak” başlığıyla yayımladığı günlük yazıları ben de daha lise yıllarımda büyük bir zevkle okuyordum. Adı geçen gazeteyi de zaten onun için alıyordum. Böyle benim gibi daha başka tiryaki okuyucularının olduğunu da ayrıca biliyordum. Mesela bunlardan biri de kültür dünyamızın önemli isimlerinden merhum Nezih Uzel’di. Kendisinden bu kıdemli

Bâbıâli’nin en renkli şahsiyetlerinden, kalemi son derece işlek fıkra muharrirlerinden biri de, Refi Cevad Ulunay’dı. Onun Milliyet gazetesinde “Takvimden Bir Yaprak” başlığıyla yayımladığı günlük yazıları ben de daha lise yıllarımda büyük bir zevkle okuyordum. Adı geçen gazeteyi de zaten onun için alıyordum. Böyle benim gibi daha başka tiryaki okuyucularının olduğunu da ayrıca biliyordum. Mesela bunlardan biri de kültür dünyamızın önemli isimlerinden merhum Nezih Uzel’di. Kendisinden bu kıdemli gazetecimizle ilgili epeyce hatıra dinlemiştim. Nezih Bey, bunlardan bir kısmını Mehmet Şevket Eygi’nin sahibi olduğu “Yeni Gazete”de ve daha başka yayın organlarında neşretti.

Refi Cevad Ulunay görmüş geçirmiş bir insandı. Basın hayatına atıldığı ilk günden vefatına kadar acı tatlı birçok macera yaşadı. İttihat ve Terakki’nin amansız muhalifi olduğu için o da Sinop’a sürgüne gönderildi. Nitekim bir yazısında “Bizde matbuatın çok acı günler geçirdiği devir, İttihat ve Terakki devri idi. Bunun en ağır sıkıntısını biz yaşadık” diyor ve şunları ilave ediyor:

“Dayak, kurşun, idam gibi zulümlerin en hafifi sürgündü. Fakat İttihat ve Terakki öyle bir iki kişiyi sürgüne göndermekle yetinmiyor, toplu sürgünler yapıyordu. Mesela Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesini bahane ederek bir gecede binlerce adamı tevkif etti, bir kısmını astı. 850 kişiyi de sabahın alaca karanlığında Sirkeci’den Bahr-i Cedid adlı köhne ve eski bir vapura bindirerek Sinop’a sürdü.

İttihat ve Terakki’de ne kadar haşerat varsa sürgünlerin sevkinde vazife almışlardı. Gün ışıdığı zaman bu 850 kişinin çoluğu çocuğu, hısımı akrabası, kayıklarla vapurun etrafını aldılar ‘Babacığım!’ ‘Kardeşim!’, ‘Evladım!’, ‘Anneciğim!’, ‘Efendiciğim!’ feryatları ayyuka çıkıyordu.

Biz asıl konumuza, onun basın hayatına dönelim.

1918 yılında Mütareke ilan edilince İstanbul’a döndü ve Alemdar gazetesini çıkarmaya başladı. Hayatından söz eden kaynaklar, Milli Mücadele’ye muhalefet etmesini İttihat ve Terakki’ye duyduğu kin ve düşmanlığa bağlamaktadırlar. Neticede o da suçlu bulunarak yüz elliliklerin arasına katıldı, yirmi yıl yurtdışında yaşadı. Cünye’de Refik Halit Karay ve filozof Rıza Tevfik ile oturdu. On yedi yılını da kahırlarla Paris’te geçirdi. Bu çileli hayat onun için bir tekâmül devri oldu. 1938’de çıkarılan af kanunuyla yurda döndü ve tekrar basın hayatına atıldı. Mevlevi meşrep bir gazeteci olan Refi Cevad Bey 4 Kasım 1968’de vefat etti ve Konya Mevlâna türbesinin karşısındaki Üçler mezarlığına defnedildi.

Refi Cevad Ulunay siyasetin dışında, tarih, edebiyat, şiir, hatırat… her konuda yazıyordu. Bu vesileyle belirtmek gerekirse, onun bu kültürel yazıları toplanıp bir araya getirilse tam bir külliyat ortaya çıkar.

Kendisiyle yapılan bir röportajdan yola çıkacak olursak, Refi Cevad Bey, 1909 yılında Galatasaray Lisesini bitiriyor. O zaman Tevfik Fikret, hangi mesleği tercih edeceksiniz diye sorunca, yine kendisi cevap verip, “Sen, kalem mesleğinde bulunmalısın” diyor. Bunun üzerine Ulunay, Tanin gazetesinde işe başlıyor. Görevi de saray muhabirliğidir. Ayrıca siyasi muhabirlik de yapacaktır. O zamanlar Bulgar ve Sırp kralları İstanbul’a gelmişlerdi. Ulunay, iki gün süreyle kralları adım adım takip ederek yaptıkları temaslarla ilgili yazılar hazırladı.

Misafir krallar gittikten sonra bir gün Saray-ı Hümâyûn kâtibi Hafız İsmail Hakkı Bey, kendisini odasına çağırdı ve “Misafirlerimizi ağırlamak hususundaki mesainizi Zât-ı Şâhâne takdir buyurdular ve size şunu ihsan ettiler” diyerek, kırmızı bir kese verdi. Bunun üzerine Refi Cevad itiraz edip, “Nasıl olur? Gazetem benim her türlü zahmetimi maddi manevi karşılamaktadır” deyince İsmail Hakkı Bey, “Padişahın ihsanı böyle karşılanmaz, öpüp başınıza koyacaksınız ve teşekkür edeceksiniz” cevabını veriyor.

Bu cevaptan çok heyecanlanan genç Ulunay, uzatılan keseyi alıp saygılı bir şekilde geri geri çekiliyor. Arkasını göremediği için odanın ortasındaki geniş mangala çarpıyor. Mangaldaki ateşler dökülüyor ve etrafa kıvılcımlar saçılıyor. Odayı bir anda koyu dumanlar kaplıyor. Büyük bir şaşkınlık yaşayan Ulunay, birden kendini toplayıp, uşakların “Koşun, koşun, söndürün!” diye telaşlı bağırışları arasında yavaşça dışarı çıkıyor. Ortalıkta kimsenin bulunmadığına kanaat getirince hemen köşeyi dönüp tenha bir yerde keseyi açıyor. Kırmızı keseden avuçlarına tam otuz beş sarı altın dökülüyor. Bu, bir servet demekti.

İşte Refi Cevad Ulunay’ın gazetecilik hayatı böyle bir ihsan-ı şahane ile başlıyor. Ayhan Yetkiner, “Konuşan Kalemler” adlı kitabında konuyu daha ayrıntılı anlatıyor.

Refi Cevad Ulunay, benzeri bir hadiseyi de diğer bir yazısında dile getiriyor. Buna göre, Sultan İkinci Abdülhamid Han, kalem erbabına çok yardımda bulunmuştur. Birini, bir yere sürgüne gönderirse onu mutlaka ya bir memuriyete tayin ediyor ve maaş bağlıyordu. Padişah, kendisine verilen kasidelerden ziyade, düşüncelerini ifade eden yazıları seviyordu. 1904-1905 yıllarında, Rus-Japon savaşında Rusların hezimeti üzerine şair Üsküdarlı Talat Bey, uzunca bir şiir yazmış ve Rusların hava yumuşadığı zaman son darbeyi yiyeceklerini tahmin ve temenni ederek bir cinas yapmış ve “Ey Rus! Çözülsün hele bir kerre şu donlar / Elbette sever silsileni korkma Japonlar” demişti.

Bu manzumeyi Abdülhamid Han’a okuyorlar. Çok beğeniyor, Talat Bey’e üç yüz altın gönderiyor. Sultan Abdülhamid Han, Hürriyet için mücadele edenlerden yalnız Mithat Paşa ile Namık Kemal’in samimi olduklarına inanıyordu. Namık Kemal, vefat edince masrafları “Cîb-i Hümayun”dan (padişahın kesesinden) verilerek sanatkârâne bir mezar taşı yaptırmıştı. Araya girip söylemek gerekirse, padişahın bu türlü güzel icraatına daha başka örnekler de verilebilir. Mesela, Muallim Naci’nin Sultan İkinci Mahmud Haziresi’ndeki kabrini de, yine masraflarını bizzat ödeyerek aynı padişah yaptırdı. Baş taşında ise şairin kendine ait olan şu beyit yazılıdır:

Hakperestim arz-ı ihlâs ettiğim dergâh bir

Bir nefes Tevhid’den ayrılmadım Allah bir

Bu yazıyı yine Refi Cevad Ulunay’ın kaleminden çıkan bir tespitle bitirelim.

Merhum “Kitap Merakı” başlıklı yazısında şöyle diyor:

“Rahmetli hocamız Hacı Zihni Efendi:

-

Şarkın ilimdeki kudretine bakınız ki, bu kadar kitap yıllardan beri atıldığı, yakıldığı ve türlü yollarla yok edildiği halde yine de bitmiyor, demişti.

Bizde kitaba, hele son zamanlarda hiç de kıymet verilmiyor. Ağırdır, yerinden kalkmaz, toz kaplar denilir. Bunun için de bir evden eşya satılmaya başlanırsa önce kitaptan başlanır. Pek çok ev hanımı bilirim ki, kocalarına ayak diretmişler:

-

Ben kitap istemem. Ya onlar ya ben, diyecek kadar ileri gitmişlerdir ve dediklerini de yaptırmışlardır.

Bazıları da kitapları ciltleri için severler. Salonlarında güzel bir mobilya içinde, hepsi bir boyda maroken ciltli kitaplar salon için bir süstür. Ama kitabın adı, “Ben Kocamı Nasıl Aldattım” imiş. Bunun ne önemi var? Mesele mazrufta değil, zarftadır.

Kitap merakına Bibliyofili, kitap deliliğine de Bibliyomani denilmektedir. Mesela eski Hazine-i Hassa Muhasebecisi Halis Efendi merhum bir bibliyofildi fakat Bakırköylü Mazhar Bey merhum Bibliyoman’dı. Mazhar Bey, kazandığını, kazanacağını kitaba verirdi. Sandıklar dolusu kitap dostlarının, tanıdıklarının dolaplarında, tavan aralarında sürünür, zavallı Mazhar Bey, üstte yok, başta yok… Fakat yine kitaba para bulur, hatta Sahaflarda son meteliğine kadar kitaba verdikten sonra, cebinde yol parası da kalmadığı için, kitapları yüklenerek Bakırköy’e kadar yaya gittiği de olurdu. Vefatından sonra kim bilir bu kitaplar ne oldu?

Fakat bu kılık kıyafet düşkünü adam konuşmaya başladığı zaman dinleyenleri mest ederdi.

Yine Paris’te böyle bir kitap delisi gördüm ki, bütün hayatı Milli Kütüphane’de geçerdi. Sabahleyin erkenden kütüphanenin kapısında bekler, açılır açılmaz girer ve masasına giderek okumaya başlardı. Öğle vakti olduğu zaman adeta zorla çıkartırlar. Uzağa gidemez, kütüphanenin karşısındaki mahalle bahçesinde, bir mendile sarılı olarak beraberinde getirdiği iki hazır lop yumurtayı ekmeğine katık eder ve kütüphaneye koşardı. O, bir kitap meraklısından ziyade okuma delisiydi.

Acaba kendini dünyanın en büyük zevki olan mütalaaya verdiği için deli o muydu, yoksa ‘lüzumsuz eşya’ diye baba yâdigarı eserleri yok pahasına satanlar mı? Eğer insanlar için mutlaka bir cinnet mukadderse ben birincisini tercih ederim.”

Refi Cevad Ulunay’ın, dolunay gibi aydınlatıcı böyle daha nice yazıları olduğunu haber vermek isterim.

#Refi Cevad Ulunay
#gazetecilik
#Dursun Gürlek