Her yıl aralık ayı gelince vefat yıl dönümleri olması dolayısıyla hem Hz. Mevlânâ hem merhum Mehmet Âkif hakkında toplantılar yapılır, yazılar kaleme alınır, konuşmalar birbirini takip eder. Esefle ifade edelim ki, bunların büyük bir bölümü her ölüm yıldönümünde tekrarlanan basmakalıp sözlerden ve yazılardan ibarettir. Bu minval üzere fikir beyan eden köşe yazarlarından da ufuk açıcı yeni bir şey öğrenmeniz mümkün değildir.
Bunlardan biri geçen gün Âkif merhumla ilgili yayınladığı yazısında, biz onu sadece İstiklal Marşı şairi olarak biliyoruz, halbuki Mehmet Akif aynı zamanda âlim bir adamdı ve daha birçok önemli özellikleri vardı, ne yazık ki bunlardan kimsenin haberi yok diyordu. Oysa bu iddia doğru değildi. Neden gerçeği dile getirmeyelim, büyük şairimizin şairliği dışında diğer meziyetleri hakkında da çok önemli ve birbirinden değerli hayli yayın yapıldı, ciddi araştırmalar neşredildi. Bunlardan haberi olmayan, kitabiyat dünyasından uzak bazı köşe yazarlarımız ne yazık ki böyle sallama çay içmeye devam ediyorlar. Sütunum müsait olsaydı bu sahada kaleme alınan birbirinden değerli eserleri, Akif dostlarının yazdıkları orijinal kitapları teker teker sıralar, böylece gerçeği dile getirmiş olurdum. Tek bir örnek vermek gerekirse, Mehmet Âkif’in de başyazarlığını yaptığı 25 ciltlik Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad serisinin muhteşem bir görüntü içinde kültür dünyamıza kazandırılması son derece takdire şâyân bir çalışmadır. Gerçek mânâda Mehmet Âkif hayranlarının Ertuğrul Düzdağ Bey’e medyûn-u şükran olmaları gerekir.
Aynı durum gönüller sultanı Hazreti Mevlânâ için de söz konusudur. 17 Aralık vefat yıldönümü olması dolayısıyla televizyon ekranlarında arz-ı endam eden bazı çok bilmiş kültür tarihçilerinin onun Hakk’a yürüyüşünü dile getiren “Şeb-i Arus”u, “Şeb-i Aruz” diye telaffuz ettiklerini görünce bu engin bilgi (!) karşısında neredeyse küçük dilimizi yutuyoruz.
17 Aralık akşamı bir televizyonda Mevlânâ programına çıkan iki kişinin ikisi de aynı telaffuz yanlışını “yineliyorlardı” Mesela “Malayani”deki bütün hecelerin uzatılarak telaffuz edilmesi gerekirken onu benim yazdığım gibi “şapka”sız kullanıyorlardı. Tabii ki böyle bir telaffuz da hassas kulakları tırmalıyordu. Keza “Mûsıkî” kelimesi de “kaf” harfiyle söylenmesi icap ederken “kef”le telaffuz edip ayrıca “gaf” yapıyorlardı. Hele bir de “acele” yerine “ivedi” deyişleri vardı ki, doğrusu çok “sakil” düşüyordu. Ne dersiniz, hastahanelerin kapısındaki “âcil”leri “ivedi”leştirsek mi ? Asıl konumuza yer kalmayacağı için sema törenlerinin bir bakıma nasıl şova dönüştürüldüğünden söz etmeyeceğim. O, bahs-i diğer…
Şimdi siz değerli okuyucularıma şair, bestekâr, Mesnevihan Osman Kemali Efendi ile Mehmet Âkif Bey’i de konu alan birkaç hatıra nakletmek istiyorum. Bu ilgi çekici anekdotları ben de merhum Âsım Sönmez’in bir yazısından öğrenmiştim.
Şehir kültürüne az çok vâkıf olanların da bildiği üzere, Fatih’in Osmanlılar zamanındaki adı “Ulema semti” idi ve bu özelliğiyle büyük bir şöhret kazanmıştı. Bu bölgenin çarşıları, dükkânları, kahveleri Ramazan aylarında bir ziyaretgâh halini alıyordu. Beş vakit namazda Sahn-ı Seman medreselerinden taşan talebeler beyaz ve temiz sarıklarıyla Fatih Camii’nin avlusunu âdeta papatya tarlasına çeviriyorlardı. Malta Çarşısı ise büsbütün başka bir özelliğe sahipti. Buranın esnafı ticaret ile asgari geçimlerini temin için uğraşıyorlar, geri kalan zamanlarını mûsıkiye, edebiyata, kemal sahibi zatlarla görüşmeye ayırıyorlardı. Belli günlerde, saat dokuza doğru, Malta Çarşısı’nın alt ucundan, bir muhterem zat, elinde asâsı vakur adımlarla yokuşu çıkmaya başlıyordu. Bu sırada sağlı sollu bütün çarşı esnafı ona büyük bir saygı gösteriyordu. İşte bu zat iki yaşından beri gözlerini kaybetmiş olan şair, bestekâr, Mesnevihan, mutasavvıf Osman Kemali Efendi idi. Gözleri görmediği halde bütün esnafı selamlıyordu.
Fatih’in o zamanlar ilgi çeken ilim adamlarına, şairlerine ve tasavvuf erbabına ev sahipliği yapan tarihi mekânlarından biri de caminin hemen yanı başındaki Şekerci Han’ıydı. Osman Kemali Efendi’nin sık sık uğradığı Şekerci Han’ına Mehmet Âkif, Fatin Gökmen, Neyzen Tevfik, Celal Hoca, Said Nursi gibi şeker insanlar da devam ediyordu. Daha çok Rufai ve Bektaşi dervişlerinin şenlendirdiği bu yüz odalı han tam bir cazibe merkeziydi. Mehmet Âkif, Neyzen Tevfik’i içki iptilasından kurtarmak için bu hanın bir odasında çok uğraştı, fakat emeğinin boşa gittiğini görünce şu mısraları kaleme almıştı:
Bir ömürdür içiyorsun bırak artık şunu der
Derviş Ahmed bu celâdetle hemen tövbe eder
Böyle bir tövbe ki binlikleri çarpar duvara
Tas, çanak, testi, perişan serilir tahtalara
Mehmet Âkif, Mısır’dan dönmüş, Hidiv Palas’ta hasta yatıyordu. Âsım Sönmez, Osman Kemali Efendiye bu durumu bildiriyor. Efendi hazretleri son derece hüzünleniyor. Neyzen ve türbedar Halil Dede, Gelibolulu Neyzen İbrahim Edhem, Haydar Kokgil ile birlikte Akif’i ziyarete gidiyorlar. Bu sırada şairimizin hastalığı da hayli ilerlemiştir. Ayağa kalkarak:
- Vay hocam! Vay gözümün nûru Efendim, buyurun, hangi rüzgârdır atan sizleri? Lütfen oturun. Hasretinizi çekiyorduk efendim, ne inayet, ne kerem dedikten sonra şu iki mısraı terennüm ediyor:
Gel ey vürûdunu bir ömr içimde beklediğim
Bir âşinây-ı hayaliye ihtiyacım var
Misafirler birbirlerine sarılarak muhabbet gösterisinde bulunduktan sonra Osman Kemali Efendi, onları Âkif’e tanıtıyor. Dede efendiler Mevlevi âdâbınca kollarını çaprazlayarak niyazda bulunuyorlar. Daha önce ziyarete gelen Ali Emiri Efendi Kütüphanesi’nin müdürü Ebussuud Efendizade Suud Bey de oğlu Celal ile oradadır. Dedeler uzun latalarının iç cebinden şah neylerini çıkarmışlar, dudakları ile baş pârelerinde hafif gezintiler yapıyorlardı. Bu arada Osman Kemali Efendi, büyük divan şairi Fuzûli’nin
Penbe-i dâğ-i cünûn içre nihândır bedenim
Diri oldukça libâsım budur ölsem kefenim
Matlaı ile başlayan gazelini okumaya başlıyor, birkaç perde gösterdikten sonra makta’ beyit olan
İdemem terk Fuzûli ser-i kûyun yârin
Vatanımdır, vatanımdır, vatanımdır, vatanım
diyerek gazeli bitiriyor.
Bu manzara Âkif’i çok duygulandırdığından gözyaşlarına hâkim olamıyor, tabii ki meclistekiler de ağlıyorlar. Akif’in “Hazretim, bir şey daha lütfedin” demesi üzerine neylerle birlikte saba bûselik âyin-i şerif-i hep birlikte okunuyor.
Ben bilmez idim gizli ayân hep sen imişsin
Tenlerde vü canlarda nihân sen imişsin
Senden bu cihân içre nişân isterdim ben
Âhir bunu bildim ki, cihân hep sen imişsin
Bu güzideler meclisinin ikinci yüzük taşının Şerif Muhiddin Targan olduğu oradaki konuşmalardan anlaşılıyordu. Âkif Bey, onun üzerine Hazreti Peygamber’in emaneti diye titriyordu. Safahat’ın “Gölgeler” adını taşıyan kısmını ona ithaf etmişti. Ayrıca onu Şark’ın bir mûsıki dehası diye de selamlıyordu.
Yanık bağrımda yıllardır kanar mızrâbının yâdı
Gel ey biçâre Şark’ın Şark’a küsmüş gitmiş evlâdı
Zaman ıssız, mekân ıssız, görünmez kimse meydanda
Gel ey dâhi-i gâip sanatın pek bîkes meydanda
Gel ey Peygamber’in fevkalbeşer fıtratta evlâdı
Bugün bîçare san’at bekliyor, bir senden imdâdı
Bir ara Şerif Muhiddin Bey meşhur nezaketiyle:
- Kuzum, efendim, inşallah sağlığınıza kavuşursunuz da bizleri yeni ilhamlarınızla ihya edersiniz diyor. Âkif’in sönmeye yüz tutmuş gözleri bir anda parlıyor, sonra kısık âdeta mâverâi bir sesle şöyle sesleniyor:
- İyileşirsem, elim kalem tutmaya başlarsa üç yeni mevzu üzerinde çalışmak istiyorum. Birincisi İstanbul’un fethi, ikincisi Alparslan’ın İstanbul’un yolunu açışıdır. Akif, konuşmasına şöyle devam etti:
- Asıl üçüncü mevzudur ki, beni tekrar alıp, engin kumların sûzan (yakıcı ) sinesine götürecek. Efendimizin Veda Haccı’dır. Bu öyle uzaktan hayal edilerek, yazılacak şey değildir. Yeniden o kumlara yalınayak basabilmeliyim. Ruhumu yakan harareti vücudumda da hissetmeliyim!
Nâr-ı beyzâ mı nedir öğle zamanında güneş
Tepesinden dökülür beynine âfâkın ateş!
Yıldırım yağmuru şeklinde inen hüzmesine
Siper olmuş yanıyor çöldeki çıplak sîne
Gözleri dalan Âkif, tasavvur ettiği yolculuğun hayaline kendini iyice kaptırmıştı. Oradakilerin hepsi susuyordu. Heyhat, Âkif bundan sonra ancak ebediyet yolculuğuna çıkabilirdi. Asım Sönmez, sözünü şöyle bitiriyor:
- Ben köşemden onun geniş, bol çizgili alnında ecelin okunu görür gibi oldum ve kimsenin duyamayacağı kısık bir sesle şöyle mırıldandım:
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor
Bir hilâl uğruna yâ Râb, ne güneşler batıyor
Veda Haccı’nı yazamadan hayata veda eden büyük şairimizi bu vefat yıldönümünde de yine hayırla, rahmetle anıyoruz.
Allah’ın rahmeti üzerine olsun!
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.