Zaman hızla ilerliyor, işte Mayıs ayı da sona erdi ve peşinden gelen Haziran sıcaklarıyla kavrulmaya başladık. Yakın tarihimizde milletimize büyük acılar yaşatan siyasi zorbalıklardan biri de – bilindiği üzere – Yirmiyedi Mayıs 1960 askeri darbesidir. Her yıl Mayıs ayında bu “gece baskını” gündeme gelir ve medyada değerlendirmeler yapılır. İçinde yaşadığımız 2024 yılının Mayıs ayının sonunda da yine gazetelerde bu minval üzere yazılar yayımlandı. Ayrıca cuntacıların işlediği bu korkunç cinayetten
Zaman hızla ilerliyor, işte Mayıs ayı da sona erdi ve peşinden gelen Haziran sıcaklarıyla kavrulmaya başladık. Yakın tarihimizde milletimize büyük acılar yaşatan siyasi zorbalıklardan biri de – bilindiği üzere – Yirmiyedi Mayıs 1960 askeri darbesidir. Her yıl Mayıs ayında bu “gece baskını” gündeme gelir ve medyada değerlendirmeler yapılır. İçinde yaşadığımız 2024 yılının Mayıs ayının sonunda da yine gazetelerde bu minval üzere yazılar yayımlandı. Ayrıca cuntacıların işlediği bu korkunç cinayetten sonra Cumhurbaşkanlığı seçiminin gündeme gelmesiyle birlikte onların bir kere daha çirkin yüzlerini gösterdikleri ve mesela merhum Ali Fuad Başgil’i Cumhurbaşkanı yapmamak için ölüm tehdidi de dahil, her entrikaya başvurdukları dile getirildi.
Ben bu sütunda, Başgil hakkında daha önce iki yazı yayımladım. Birinde merhumun cenaze merasiminde görülen ihtişamı ve vasiyetnamesini anlatmaya çalıştım, diğerinde ise onun Cumhurbaşkanlığının nasıl engellendiğini izah ettim.
Bu yazımda da, Başgil hakkında, 1963 yılında neşredilen bir kitaptan ve muhtevasından kısaca bahsedip yazarının ibret ve dehşet dolu bir hatırasını sizlere nakledeceğim. “Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil – Hayatı Şahsiyeti Mücadeleleri” adlı bu eseri Mehmet Gökalp Bey hazırlamış, Gökhan Evliyaoğlu da bir önsöz yazmış. Kitap “Haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytandır” hadis-i şerifiyle başlıyor. Gökhan Evliyaoğlu’nun takdim yazısı ise, “Şehirdeki Aydından Dağdaki Çobana Kadar Herkesin Sevdiği Âlim” başlığını taşıyor. Mehmet Gökalp, kitabı nasıl hazırladığını anlatan giriş yazısını şu cümlelerle bitiriyor:
“Etüdün hazırlanmasında yardımlarını gördüğüm başta muhterem hocam Başgil olmak üzere Gökhan Evliyaoğlu, Yücel Hacaloğlu, Ziya Aksun, Fethi Gemuhluoğlu, İsmail Dayı, İrfan Atagün ve diğer dost ve arkadaşlarıma burada alenen teşekkür ederim. Başka bir vesileyle de belirttiğim gibi, gaye, yaşayan Başgil’i takdimden ziyade, fikri ve manevi sahada bizlere rehberlik eden Başgil’in meş’ale olan fikirlerini tanıtmaktır.”
Şimdi sıra, aynı yazarımız Mehmet Gökalp Bey’in “Ali Fuad Başgil’e Dair Birkaç Hatıra” başlıklı yazısına geldi. Temmuz 1988 tarihli Türk Edebiyatı dergisinde yayımlanmış, ben de fotokopisini çekip saklamışım. Öyleyse okuyalım:
“Başgil hocamızın ölümünden bu yana 21 yıl geçti. Zaman zaman onu gazete sütunlarında yâd eden yazarlarımız oldu. Ahmet Kabaklı ve Ergun Göze, Prof. Ahmet Selçuk Özçelik gibi… Ama ne yazık ki ölümünden bugüne kadar hakkında bir etüd, bir kitap, bir broşür bile yayınlanmadı. Fransa’da hukuk, felsefe, idare ve siyaset tahsil ederek dört diploma ile Türkiye’ye gelmiş olan bu değerli ilim ve fikir adamına gereken değeri vermemiz bir Türklük borcu olmalıydı. Onun adını üniversitenin bir anfisine bile vermeyişimiz, ne kadar da acı ve üzücüdür.
Başgil, Türkiye’de demokrasinin yerleşip gelişmesinde laikliğin açıklığa kavuşmasında, üniversite gençliğinin faziletli ve bilgili yetişmesinde, vatandaşın devlete olan güveninin yerleşmesinde büyük bir şahsiyet olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bütün bu meziyetlerinin yanında onun en büyük ideali bir “İslam Birliği Neşriyat Bürosu’nun kurulmasıydı. İslam devletlerinin fikren, iktisaden ve kültür bakımından Batı emperyalizmine karşı kuvvetli bir teşkilat halinde bir blok oluşturmasıydı. Sanırım bu fikir ona 1949 yılında Pakistan’a gidip, orada Muhammed Ali Cinnah ile tanışmasından sonra doğmuştu. Ama sadece bir ‘İslam Zirvesi’ ortaya çıktı, beklenen sonuç doğmadı.
Üstad Necip Fazıl 16 Haziran 1952 tarihli Büyük Doğu’da Başgil’in Pakistan hatıralarının başlığına şu ibareyi koymuştu:
‘Şâhâne bir kalem’
Gerçekten onun kolayca anlaşılan, meseleleri derinliğine işleyen bir düşünceler sistemi vardı. Çobanından lise gencine kadar herkes onun yazılarını okuyup kolayca anlayabiliyordu.
Askeri devrimin (darbenin olmalı) yapıldığı 27 Mayıs 1960’dan sonra yeni bir Anayasa hazırlanacağı haberi, Başgil’in bu sahada ilk yazılarını ve fikirlerini yazmasına vesile oldu.
27 Mayıs 1960’dan 29 Aralık 1960’a kadar Yeni Sabah gazetesinde ‘İlmin Işığında Günün Meseleleri’ başlığı altında tam 59 makale yayımladı. Daha sonra bu etüdleri İsmail Dayı, Yağmur Yayınevi adına bir kitap haline getirdi. 1955’de ilk baskısı yapılan ‘Din ve Laiklik’ adlı eseri ise sahasında emsalsizdir.
İşte bu yazılar Yeni Sabah gazetesinde yayımlanırken malum gazetelerden biri, ‘Önce Türk müyüz, Müslüman mıyız?’ diye bir anket düzenlemiş, Başgil’in fikirlerini çürütmeye gayret ediyordu. Benim iki formalık bir etüd hazırlamak için gittiğim Beyazıt ve Belediye kütüphanelerinde dört ayda 160 sayfalık bir etüdüm vardı. Merhum Fethi Gemuhluoğlu bu etüdün müsvettelerini görmüş, Tercüman’ın yazı işleri müdürü Ömer Rasih Öztürkmen ve sahibi Ragıp Kutman’a bahsetmiş olmalı ki, 1960 yılının Ağustos ayı başlarında Ömer Öztürkmen beni aramaya başlamıştı. Sonunda gidip görüştüm.
-
Aman Gökalp, o etüdü getir, tefrika edeceğiz, beni bir heyecan kapladı. 220 daktilo sayfası tutan etüdü Ömer’e götürdüm. Tercümanın idarehanesinde bir masaya kurulduk. Ömer Bey, bütün sayfaları kırmızı kalemle numaraladı. Bir süre sonra Baran Sarol geldi. Herkes ayağa kalktı. Ben masanın başında oturmaktayım. Ömer Bey, elini masaya vurdu. (Kalk). Gelen bir gençti, patron olduğunu ne bileyim. Kalkıp kendimi tanıttım. Baran Sarol, ne kadar istersin, diye sordu. Ben kızarmıştım. Demek bir ücret verilecekti. İstihbarat şefi Tevfik Erol sağ elinin beş parmağını açmıştı. ‘Beş bin lira iste’ demek istiyordu.
‘İçinizden ne koparsa onu. Para kazanmak için değil, hocamızın fikirlerini ve şahsiyetini tanıtmak için bu etüdü kaleme aldım, hiç ücret vermeseniz de olur’ dedim. Buna rağmen iki adet mor binlik geldi.”
Mehmet Gökalp, bu dizinin Tercüman’da yayınlananacağını anons etmesi için, parası da verilerek İstanbul Radyosuna gönderildiği halde yayımlamadıklarını belirttikten sonra şöyle devam ediyor:
“27 Mayısçılardan İrfan Solmazer’i Sarıkamış’ta askerlik şubesinden tanıyordum. Kendisinden randevu istedim.
-
Yarın sabah İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne saat 08’de gelirsin, görüşürüz, dedi. Gittim. İrfan Bey resmi üniforması ile ve tabancasını yastığının altına koyarak yatmıştı. Uyandırdılar. Giyinik halde gidip elini yüzünü yıkadı. Gelip meşin koltuğa oturdu. Kahvelerimizi içerken:
- Yahu Solmazer, nedir bu sağ cepheye karşı düşmanlık, ne olacak bunun sonu, diye sordum. O, acele ile:
-
Mahkemelerden sonra Menderes’i ve 15 kişiyi asacağız. Hatta senin hayatını yazdığın Başgil’i de bir komiteye vurdurmayı düşünenler var içimizde, demesin mi?
Donmuş, kalmıştım. Derhal Feneryolu’na gittim. Nüvide Hanım karşıladı. Bir süre sonra Hoca yanıma geldi. Hoş beşden sonra:
-
Hocam, iş ciddi. Bu devrimciler seni lider olarak görüyorlar ve harcamak istiyorlar, dedim. Hoca, önce umursamadı. Emniyet Müdürlüğüne gidişimi anlattım. Beni sabırla dinledikten sonra:
-
Nüvide, pasaportları hazırlat. İsviçre’ye gidiyoruz, dedi. Gitti. Orada Lozan’a beş kilometre mesafede Fully adında bir köyde 201 sayfalık bir kitap yazdı.”
Mehmet Gökalp hatırasını, bu kitaptan kendisine gelen on altı tanesini polis takibi altında Yüksek İslam Enstitüsü öğrencilerine satıp parasını İş Bankası Kadıköy Şubesindeki Başgil’in hesabına yatırdığını, eserin daha sonra İnönü Hükümeti tarafından yurda sokulmasının yasaklandığını söyleyerek bitiriyor.
Darbeciler hariç, herkesin sevdiği Başgil Hoca’ya rahmet niyâzıyla…