|
Fetvânın gücü ve Ayasofya

Bizim evin önünden geçen ve Kadıköy’e giden minibüslerden birine biniyorum. Arabamız Göztepe Köprüsü’ne varınca sağa kıvrılıp ana caddeye giriyor ve hızla yoluna devam ediyor. Camdan sol tarafa bakınca sefertası gibi üst üste yığılmış dev binaların, dâirevi yapılmış rezidansların arasında küçük küçük camilerin, kısa kısa minarelerini görüyorum. Bu mütevazi ibadethânelerin ön kısımlarında, lütfedip de az bir boşluk bırakılmamış olsaydı, o minareler de gözümüze çarpmayacaktı.

Gökdelenlerin arasında gizlenmek zorunda kalan camiler tabii ki, sadece bu semtte bulunmuyor. Diğer birçok şehirlerimiz gibi İstanbul’un her tarafı da böyle saklanmış camilerle, mahzun minarelerle dolup taşıyor. Halbuki eski İstanbul’da küçük mahalle camilerinin bodur minareleri bile her taraftan görülüyordu.

Ne hazin bir manzaradır ki, şimdilerde beton yığınları dev cüsseleriyle sadece camileri değil, -ne kadar uzun olursa olsun- minarelerinin de etrafını kuşatıyorlar ve onları görünmez hale getiriyorlar.

Bu mukaddimeyi, eski püskü evlerin arasında kalan, molozlarla çevrili bulunan, salaş dükkânların arasında boğulan bazı camilerden bahsetmek için yaptım. Meselâ, İstanbul’un ortasında yer alan ve asıl adı Hatice Turhan Sultan Camisi olduğu halde Yeni Cami diye bilinen bu tarihi mâbedin etrafı da eskiden böyle çirkin bir görüntü arz ediyordu. Derken o zamanki idarecilerin verdiği isabetli bir kararla mabedin etrafı molozlardan bir güzel temizlendi ve bu hanım sultan camisi bütün mimârî güzelliğiyle ortaya çıktı. Bu sırada bitişiğindeki tarihi kemerin yıkılması da gündeme geldiyse de Allah’tan bu cinayet işlenmedi. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi almak isteyenler, Yüksek Mimar Sedat Çetintaş’ın, Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlanan “İstanbul ve Mimârî Yazıları” isimli kitabını okuyabilirler.

Üsküdar’ın merkezindeki Selman Ağa Camii de işte böyle bir manzara arz ediyordu. İyice yaklaşılmayınca orada bir cami olduğu fark edilmiyordu. Şimdilerde etrafı bir güzel açıldı ve bu küçük, fakat zarif Osmanlı camisi esaretten kurtulmuş oldu.

Biliyor musunuz, bir zamanlar Ayasofya Camii de böyle moloz yığınlarının arasında âdeta kaybolmuştu, dolayısıyla mimârî güzelliği dışarıdan yeteri kadar görülmüyordu. Evet evet, Ayasofya parazitlerle âdeta işgal edilmişti. Abluka altına alınan bu tarihi mabedi bu çirkin görüntüden bir an önce kurtarmak gerekiyordu. Nitekim o zamanki Osmanlı Devleti’nin yetkilileri ciddi bir operasyonla Ayasofya’yı bu işkenceden kurtardılar. Mimar Sinan ve Ebussuud Efendi’nin iş birliğiyle gerçekleştirilen bu kurtarma hareketini kısaca anlatmaya çalışalım:

1573 yılında caminin yanıbaşında bir büyük anbar bulunuyordu. Yarım kubbelerden birinin üstüne de bir minare yapılmıştı. Bunların ikisi de çok çirkin bir manzara arz ediyordu. Sadece bu kadar mı? Bir takım açıkgözler, orada mevcut olan binaları yıkmışlar, kendilerine evler yapmışlardı. Mabedin muhtemel depremlerden etkilenmemesi için inşa edilen destek duvarlarını da yıkmışlar, onların dibine kadar sokulmuşlardı. Neredeyse binanın içine girecek gibiydiler. Büyük kubbenin etrafındaki küçük kubbelerden bir ikisi için, bunlar bizimdir, bunca yıldır kullanıyoruz demeye başlamışlardı bile.

İlerleyen zamanla birlikte Ayasofya Camii’nin etrafındaki, kahveler, dükkânlar, depolar o kadar çoğaldı ki, tarihi bina bunların arasında kaybolup gitti. Merhum Kadircan Kaflı’nın 23 Ocak 1939 tarihli Son Posta Gazetesi’nde “Vaktiyle Ayasofya da Yeni Cami Gibiydi” başlığıyla yayımladığı yazıda da ifade edildiği gibi, sıkışan evlerin arasında yol kalmadığı için sokak oluşturmak üzere binanın kemerleri açıldı. Bazı kemerlerin içine de ocaklar, dolaplar yapılmıştı. Kemerlerin çoğunun altları odalarla dolmuştu. Kalabalık artınca tabii ki ihtiyaçlar da artıyordu ve şurada burada abdesthaneler görülüyordu. Düşünebiliyor musunuz, Ayasofya’nın etrafında artık tuvaletler de böylece yer almış oluyordu.

Halbuki burası, Sultanahmed ve Topkapı Sarayı dolayısıyla o zamanki İstanbul’un en gözde mekânlarından birini oluşturuyordu. Ayasofya işte bunun için böyle bir hücuma uğramıştı ve çevre yanında çirkin bir izdiham meydana gelmişti. Büyük mimarımız Koca Sinan, bu vahim durumu tabii ki görmüş ve Bizans’ın bu muhteşem mabedini kurtarma gereğini duymuştu. Hemen harekete geçip, bu düşüncesini Saray’a açtı ve gerekli yetkiyi aldı.

Ayasofya’nın etrafını kendi mallarıymış gibi sahiplenenler bu karardan hiç hoşlanmadılar. Devlet yetkilileri de halkın tepkisini çekmekten ve muhtemel bir isyandan çekiniyorlardı. Çünkü İstanbul’un en güzel ve en değerli semtine sahip olanların, o zamanlar yegâne kuvvet olarak tanınmış bulunan yeniçerilere dayanacakları kesindi. Yeniçeri korkusu öyle sıradan bir korku değildi.

Fakat devletin elinde de öyle bir güç vardı ki, bu güç, kendisine yöneltilen bütün hücumları püskürtmek için yeterliydi. Bu kalkanın adı fetva idi. Vaziyetten devrin Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi de haberdar edildi. Dini konuları hayata tatbik hususunda tam bir otorite olan bu büyük âlim, “Ta’zir-i şedidden sonra, ettikleri zararları bî-kusur tazmin olunup ol asıl müfsitler civâr-ı cami-i şerîften tard ve ib’ad olunmak lâzımdır!” diye fetvayı verdi.

Bunun üzerine büyük bir yaygara koptu. Civardakilerin bir kısmı mal sahibi olduğu gibi, bir kısmı da bu yerleri başkalarından kiralamışlar, parasını da peşin olarak vermişlerdi. Şimdi o paraların yanması söz konusuydu. Halbuki ünlü şeyhülislâm işin bu yönünü de düşünmüş, “Bî-kusur tazmin lâzımdır” diyerek, kestirip atmıştı. Fakat, gürültünün, patırtının, şikâyetlerin sonu gelmiyordu, Âsiler, “Bu bize zulümdür, asla çıkmayız!” diyorlardı. Yahut da büsbütün azıtarak, şöyle homurdanıyorlardı. “Kâfir binasıdır, yıkmak gerektir. Yıkılsa nice olur?”

Bunlar da düşünüldü ve fetva alındı. Şeyhülislâm, hiç tereddüt etmeyip kararını derhal ve kesin olarak verdi: “Bu makûle kimseler, kâfirlerdir, katilleri mübahtır!” Artık homurdanmalar, şikâyet çığlıkları kesilmişti. Fetvayı yerine getirmek için hazır bekleyen palabıyıklı, şimşek bakışlı yeniçerilerin önünde herkes süklüm büklüm olmuştu. Ayasofya’yı sülük gibi sarmış olan salaş binaların yıkımına başlanmıştı.

Meşhur Osmanlı tarihçisi Selanikli Mustafa Efendi, bu olayı tarihinde ilgi çekici bir üslûpla anlatıyor.

Bahsini ettiğimiz salaş binalar, caminin etrafını pıtırak gibi saran derme çatma yapılar yıkılmaya başlayınca garip görüntüler ortaya çıktı. Binaların yıkılmasından sonra açıkta kalan fare, sansar ve gelincik gibi bir takım zararlı hayvanlar etrafa yayıldılar. Bunlardan kırkı, ellisi bazen de daha fazlası bir eve girince oradaki mutfağı, kileri yağmalıyor, delik deşik ediyorlardı. O kadar ki, geceleri uyuyanların kulaklarını, burunlarını bile kemirmeye başlıyorlardı. Bu facia epeyce devam etti.

İşte bu sırada Mimar Sinan, Ayasofya Camisi’nin etrafındaki bütün bu fazlalıkları ortadan kaldırdı. Her tarafı temizletip, meydanı genişletti. Yarım kubbe üzerine kurulmuş olan minareyi yıktırdı. Destek duvarlardan birinin üstüne bugün de dimdik duran minareyi yaptırdı. Ayrıca kurşunsuz yerleri kurşunlattığı gibi, binanın depremlerden zarar görmemesi için gerekli tedbirleri de eskisinden daha mükemmel bir şekilde aldı.

Sinan, bu işleri gördükten sonra fetih yadigârı Ayasofya Cami-i Şerifi’nin avlusunu da bir güzel temizletti. Bu tarihi mabedi Ebussuud Efendi’nin fetvasına dayanarak, bahsini ettiğimiz mezbelelikten nasıl kurtardığını, rahmetli Kadircan Kaflı, yukarıda tarihini kaydettiğimiz yazısında işte böyle anlatıyor.

Hüküm cümlesi olarak söyleyelim.

Jüstinyen’in inşa ettiği, Fatih’in camiye çevirdiği bu muhteşem mâbed, eğer Sinan tarafından koruma altına alınmamış olsaydı, belki de günümüze kadar gelemeyecekti.

Ayasofya’ya hizmet edenlerden Allah razı olsun.

#Aktüel
#Hayat
#Dursun Gürlek
3 ay önce
Fetvânın gücü ve Ayasofya
Eşyanın tasallutundan kurtulmak ve eşyaya tasarrufta bulunmak...
Faiz kararları ne anlama geliyor?
OVP’de kamu personeline ve kamu yönetimine ilişkin yeni yol haritası
Medyanın gerçekliği ve toplumsal hadiseler
Tur-Ir barışı bozuluyor mu?(2)