Son günlerde “bekâ meselesi”nin sık sık gündeme geldiğini görüyoruz. Gazete haberlerinin yanı sıra köşe yazarları da konuya gerekli önemi veriyorlar. Hatta bu vadide polemik yazıları bile kaleme alınıyor. Hemen belirtmek isterim ki, bugün Türkiye’de bir “bekâ meselesi” vardır, akl-ı selimle düşünen herkes, ülkenin geleceğini tehdit eden böyle bir belaya asla ilgisiz kalamaz. Şer cephesi boş durmadığı ve dengeler yerine oturmadığı için “bekâ meselesi” kat’iyyen göz ardı edilemez.
Bu mukaddimeden sonra, kültür tarihçiliğinin gereği olarak bendeniz konuya başka bir açıdan bakmak istiyorum. İsterseniz önce kelimenin anlamından başlayalım. Ölmezlik, ebedilik, sonsuzluk demek olan bekâ, hem günlük hayatımızda hem de edebiyatımızda birkaç mânâda kullanılıyor. Büyük şairimiz Yahya Kemal:
diyerek aynı kökten gelen bu iki kelimeyi, büyük bir ustalıkla terennüm ediyor. “Bekâ”nın başka bir ifadesi olan “bakiye” ise geri kalan, artan anlamına geliyor. Buna da “Dünyada insanın nâmıdır kalan / Bâkisi yalandır yalandır yalan” diyerek yine şiirle bir örnek vermiş olalım. Bir de “yetersiz bakiye” sözü var ki onu da toplu taşıma araçlarına binerken, daha doğrusu İstanbulkartı kullanırken sık sık duyuyoruz.
Bu konuda söyleyeceklerim bitmedi. Bir de “bâki selam” diye bir ifade var ki, o da eskiden daha çok mektupların sonuna yazılır, bununla söze son verilirdi. “Bakıyyetü’s - süyûf” ise, kılıç artıkları anlamına geliyor ve savaşta yenilen tarafta sağ kalanlar için kullanılıyor. “Âsâr-ı Bâkiye” de kalıcı eserler demektir. Ayrıca bu isimde kitap yazanların olduğunu da biliyoruz. Kültür tarihimizin önemli temsilcilerinden Salih Zeki Bey’in “Âsâr-ı Bâkıye” adındaki çalışmasını buna bir örnek gösterebiliriz.
“Bâki” kelimesine “bekâ” kazandıran, günümüzdeki ifadesiyle ölümsüzleştiren edebiyatçılarımızdan biri de divan şiirinin gözde şairi Bâki’dir. İsminin nasıl bir anlam ifade ettiğini –bakınız– ne güzel terennüm ediyor. “Minnet Huda’ya, devlet-i dünya fena bulur / Bâki kalur sahife-i âlemde adumuz.” Âlem sayfasındaki adını, edebiyatın sihirli gücüyle ebedileştiren Bâki’nin, baki kalan diğer bir beyti ise şöyle:
Genellikle mezar taşlarında görülen ve “Ebedi olan O’dur, yani Allah’tır” anlamına gelen bir cümle vardır ki o da “Hüve’l-Bâki”dir. Aklıma geldiği için nakledeyim. Konusuyla ilgili araştırma yapan bir arkadaşımız, sur dışındaki tarihi mezarlıklardan birine, şairin mezarını bulmak için gidiyor. Uzun süre dolaşıyor ama kabri bir türlü bulamıyor. Sonunda mezarlık görevlisine Bâki’nin mezarı nerede diye soruyor. Görevli hiç düşünmeden burada yatan herkesin adı Bâki’dir. Görmüyor musun bütün mezar taşlarında “El-Bâki, Hüve’l-Bâki” yazıyor, cevabını veriyor.
Gülümsemeniz bittiyse, bu kelimeyle ilgili olarak biraz da “mâlumatfuruş”lukta bulunayım. Efendim, Latin alfabesinde bir, Arap alfabesinde ise iki “k” harfi var. Bunlardan biri ince, diğeri ise kalın seslidir. “Bâki” kelimesini kalın sesli olan “kaf” harfiyle yazarsanız ebedi, yani sonsuz anlamına gelir, “kef” harfiyle kaleme alırsanız “ağlayan” demek olur. Buna göre “bekâ” da ağlamakla ilgili bir söz olarak karşımıza çıkar. “Âkıl” derseniz akıllı adamı, “Âkil” diye söylerseniz yiyici herifi kastetmiş olursunuz. Bütün bunların telaffuz yoluyla ve uygulamalı olarak daha iyi anlaşılması için Osmanlı Türkçesine âşinâ olmak gerekiyor. Üzülerek belirtmek isterim ki, muhafazakâr kesim, bir medeniyet dili olan Osmanlı Türkçesine gerekli önemi vermiyor, durum böyle olunca ortaya Türkçe namına bir dil keşmekeşi çıkıyor. Anlı şanlı bazı akademisyenlerimiz bile “medfun”u “meftun” yapıyorlar, “delâlet”i “dalâlet” ile karıştırıp dalâlete düşüyorlar.
Biz yine asıl konumuza dönüp şu “bekâ” kelimesiyle ilgili birkaç cümle daha söyleyelim. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, devamlılık, süreklilik manasına gelen bu kelime, insana ebediyeti hatırlattığı için hem kulağa hoş geliyor, hem de ferahlık veriyor. Kesinti, kısıntı sözleri ise, fanilik duygusunu öne çıkarmasından dolayı kişiyi hüzünlendiriyor. Fani lezzetlerin, ebedi lezzetler karşısında hiçbir anlam ifade etmediğini dile getiriyor. Büyük İslam mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursi’nin dediği gibi, “adem” yani yokluk mutlak şer olduğu için, insan, fıtraten şöyle feryad ediyor: Cehennem de olsa “bekâ” isterim diyor. İnsanı “ebediyet” duygusunun dışında hiçbir duygu, hiçbir düşünce tatmin etmiyor.
İkinci Mahmud devrinin âlimlerinden, âriflerinden olup fen bilgilerine olan vukufiyetiyle de büyük bir şöhret kazanan, ayrıca “Beşiktaş-Ortaköy İlmiye Cemiyeti”nin bir numaralı ismi diye bilinen Kethüdâzâde Mehmed Ârif Efendi’nin “Menâkıbnâme”sinde okumuştum.
Eski hükümdarlardan biri, ihtişamıyla göz kamaştıran bir saray yaptırıyor. Sohbetlerini büyük bir zevkle dinlediği gönül dostlarından birine, “Hocam, yaptırdığım bu sarayı şöyle bir dolanıp lütfen intibaını bana söyle” ricasında bulunuyor. Kalp gözü açık olan o zat, sarayın her tarafını gezip gelince padişah soruyor: “Nasıl buldun?” Gönül dostu, şu kısa ve anlamlı cevabı veriyor: “Padişahım! Gerçekten de mükemmel bir saray yaptırmışsınız. Her şey muhteşem! Fakat bir eksiği var!” Hükümdar, merakla, ne gibi bir eksik diye sorunca, ehl-i irfan olan o zat, “Bekâsı yok!” cevabını veriyor.
Biz yine ehl-i irfanın dediği gibi diyelim: El Bâki, Hüve’l-Bâki…
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.