Ayasofya’da namaz kılma zevki

04:0012/05/2024, Pazar
G: 12/05/2024, Pazar
Dursun Gürlek

Ayasofya hakkında fikir beyan eden devrin yazarlarından yahut mîmarlarından biri, yaptığı bir konuşma esnasında “Bir Türk mîmarisi yoktur. Görünen eserler Ayasofya’nın on defa tekrarından başka bir şey değildir” şeklinde bir cümle sarf ediyor. Halbuki bu kıyaslama yanlıştır. Süleymaniye ve Sultanahmed gibi Osmanlı selâtin camileri asla Ayasofya’nın taklidi değildir, bilâkis orijinal mîmâri şaheserlerdir. Gerçi Türk mimarları da sanatlarını icra ederken Bizans’ın bu kadim mâbedinden az- çok etkilenmişlerdir,

Ayasofya hakkında fikir beyan eden devrin yazarlarından yahut mîmarlarından biri, yaptığı bir konuşma esnasında “Bir Türk mîmarisi yoktur. Görünen eserler Ayasofya’nın on defa tekrarından başka bir şey değildir” şeklinde bir cümle sarf ediyor. Halbuki bu kıyaslama yanlıştır. Süleymaniye ve Sultanahmed gibi Osmanlı selâtin camileri asla Ayasofya’nın taklidi değildir, bilâkis orijinal mîmâri şaheserlerdir. Gerçi Türk mimarları da sanatlarını icra ederken Bizans’ın bu kadim mâbedinden az- çok etkilenmişlerdir, lâkin bu onların yaptıkları camilerin taklit eseri olduğunu göstermez.

Sultanahmed meydanına gelen bir adam orada yüzünü bir kere kuzeye çevirip Ayasofya’ya, bir kere de güneye döndürüp Sultanahmed Camii’ne bakarsa kuzey tarafında sanki bir taş yığını, bir kale duvarının üzerine konmuş büyük bir kubbe görür. İşte bu, Ayasofya’dır. Yani Bizans mîmarisinin şaheseridir. Bu kubbeyi tutturmak için doğusuna ve batısına iki ufak kubbe daha konulmuştur. Fakat kuzeyinde ve güneyinde öyle bir şeyler de yoktur. Bunlara karşılık iki kaba destekleme duvarı yapılmıştır. Ama denilirse ki, bu duvarları sonradan Türkler yapmışlardır. Bu söz asıl iddiayı çürütemez.

Aynı kişi, yüzünü güneye çevirip bir kere de Sultanahmed Camii’ne bakarsa, dört tarafından kademe kademe ve küçüklü büyüklü birçok kubbenin yükseldiğini görür. Bunların üstüne de onlarla orantılı büyük bir kubbe oturtulduğunu fark eder. Böylece, Ayasofya’daki kabalığa karşılık Sultanahmed’deki orantı ve âhenk anlaşılmış olur.

Aynı şahıs, her iki binanın da içine girerse, birinde ağzı çirkin bir adamın dişlerine altın taktırması gibi altın yaldızlı mozayiklerle, ötekinde ise bir park, bir bahçe içinde geziliyormuş dedirtecek kadar türlü türlü renklerle, çinilerle karşılaşır. Bu manzarayı gören bir kimse, Sultanahmed gerek yapılışı, gerekse süslenişi bakımından Ayasofya’nın aynısıdır, taklididir, hiçbir yeniliği, hiçbir özelliği yoktur diyebilir mi?

Yukarıdaki satırlar bana ait değil. Ben sadece az bir tasarrufla ve imlâsını düzelterek naklettim. Bu değerlendirmeyi veya kıyaslamayı büyük kültür tarihçimiz Osman Nuri Ergin, 1938 yılında Eminönü Halkevi’nde (bugünkü Millî Türk Talebe Birliği’nde) verdiği bir konferansta yapıyor. Merhum biraz da ileri giderek Ayasofya’nın içini ağzına altın diş takan çirkin bir adama benzetiyorsa da, “Ayasofya’da namaz kılınır mı? Namazını Sultanahmed’de kıl. Ayasofya gudûbet bir bina, namaz kılmak için adamın ruhunu karartıyor!” demiyor. Hatta insafı da elden bırakmayıp, Ayasofya’nın bahsettiğim çirkinliğini biraz olsun gideren âmiller de var. O da sonradan Türkler tarafından yapılmış olan minarelerdir, diyor.

Ayasofya’yı ilgi odağı ve cazibe merkezi haline getiren unsurlar sadece minareleri değildi. Onun içini dışını beş vakit namazda dolduran ve böylece cemaati bol camilerden biri haline getiren başka sebepler de vardı. Ayasofya’nın müzeye çevrilip camilikten çıkarıldıktan önceki halini, daha doğrusu Osmanlılar zamanındaki manzarasını o güzel ve samimi üslûbuyla anlatanlardan biri de Şârihu’l- Mesnevî Tâhirü’l Mevlevî’dir. Merhum 22 Aralık 1949 tarihli “İslâm Yolu”nda yayımladığı makalede Ayasofya’ya duyulan büyük alâkayı dile getirirken pek bilinmeyen birtakım özelliklerinden ve güzelliklerinden de bahsediyor. Öyleyse onların da bir kısmını kendi ifade tarzımızla nakledelim:

Eskiden Ayasofya’nın etrafı şimdiki gibi tenha değildi. Hürrem Sultan’ın yaptırdığı hamamın sırası dükkânlarla ve üstleri de evlerle doluydu. O dükkânların çoğu kahvehaneydi. Önleri de yabani kestane ağaçlarıyla gölgelik olduğundan, yaz günleri o ağaçların altında oturup on paraya okkalı bir kahve içenler ezan okununca kalkıp camiye gidiyorlardı. Sultanahmed civarından ve Kabasakal yokuşundaki evlerden gelenler de oluyordu. Bu münasebetle Ayasofya Camii’nde hemen her gün cemaat-i kübra (büyük bir cemaat) bulunuyordu.

Daha önceki cemaat, daha fazlaymış. Şimdi yanmış olan adliye arsasından tramvay yolunun Alemdar Caddesi’ne saptığı köşeye kadar dört sıra ev ve o nisbette ahâli varmış. Sultanahmed Camisi yapılınca Ayasofya’nın cemaati oraya gelsin diye devam edenlere fodula (pide şeklinde yassı bir ekmek) verilmesi kararlaştırılmış. Ahâlinin Ayasofya’ya o kadar hürmeti ve muhabbeti varmış ki, birçok kimse mülk olan evlerini oraya vakfetmiş olduğundan geliri pek çokmuş.

Hatta Ayasofya mütevellisi bulunan şair Revâni Bey, Vefa ile Kuruçeşme arasında bulunan camisini yaptırırken oradan geçen Yavuz Sultan Selim, mescidi kimin yaptırdığını sormuş. Revâni Bey kulunuz, cevabını alınca:

-Hey koca Ayasofya! Sen her gün bir mescid doğurabilirsin, diyerek vakfının çokluğunu ve mütevellilerin ondan faydalandığını imâ etmiş.

Merhum Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan da “Divan Şiiri” isimli kitabında bu konuyu işliyor ve Revâni hakkında ilgi çekici bilgiler veriyor.

Biz, yine Tahir Olgun’u dinlemeye devam edelim:

Fatih, Bayezid, Süleymaniye camilerinde olduğu gibi, Ayasofya’da da sabah ve ikindi namazlarından sonra dersiâmlar tarafından ders okutulur; talebe sarıklarının çokluğundan ve beyazlığından dolayı caminin içi papatya tarlasına dönerdi.

Üç aylar denilen Recep, Şâban, Ramazan aylarında cami dersleri tatil edildiğinden talebeler cer için köylere gider, onların boş bıraktığı yerler özellikle Ramazanlarda ve ikindi namazlarında ahâli ile dolardı.

Bazı Müslümanlar Eyüp ve Fatih camileri gibi buraya da akşam namazına gelirler, getirdikleri simit, çörek gibi şeylerle iftar ederler ve bu hâli, Beytullah olan cami dahilinde Allah’a mihman (misafir) olmak sayarlardı. Bu münasebetle caminin dışında seyyar satıcılar epeyce bir kalabalık oluştururdu. 1864 yılında vefat etmiş ve Eyüp’teki Hâtûniye Tekkesi’nin haziresine gömülmüş olan Mesnevîhân Hoca Hüsâmeddin Efendi, gençliğinde Nakşi şeyhlerinden Hoca Selim Efendi’den Mesnevî okurmuş. Selim Efendi muhterem bir zat olduğu için şeyhülislâm da kendisine saygı gösterirmiş. Hüsameddin Efendi o esnada cami dersinden icazet almış bulunuyormuş. Şeyhülislâma söyleyerek kendisi için bir ruus (tayin işlemini gösteren yazı) verilmesini Selim Efendi’den rica etmiş. Selim Efendi, Şeyhülislâma söylemiş, aldığı ruus kâğıdını bir Ramazan akşamı Hüsameddin Efendi’ye verirken:

-Haydi Hüsam, bu akşam Ayasofya’ya gidelim de, Allah’a misafir olalım, demiş.

Camiye girecekleri sırada cami fenerine mum dikmeye çalışan, fakat mumu fenerdeki yerine ince gelen bir Arnavut, mumun dibine koymak için Selim Efendi’den bir kâğıt parçası istemiş. O da arkasında bulunan Hüsameddin Efendi’ye, Hüsam, şu adama biraz kâğıt ver, demiş. Tesadüfen Hüsameddin Efendi’nin üstünde ruusdan başka kâğıt yokmuş. Üstadının sözünü yerine getirmek için ruusdan yırtmış ve bir parçasını Arnavut’a vermiş ve Selim Efendi’den “Allah, feyiz versin” duasını almış.

Bunu Tâhirü’l- Mevlevî’ye anlatan Mehmed Esad Dede Efendi merhum, Hüsameddin Efendi’nin sebeb-i temyizi (seçkin bir şahsiyet oluşunun sebebi) ruus kâğıdını yırtması ve Selim Efendi’nin duasını almasıdır, diyor.

İşte böyle değerli insanların devam ettiği ve beş vakitte dolup taşan Allah’ın evine, yani Ayasofya Cami-i Şerîfi’ne hiç gudûbet denilir mi?

#Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi
#namaz
#ibadet
#Dursun Gürlek