Kütüphanemde yer alan lügatlerden birini de “Ahter-i Kebir” isimli meşhur sözlük teşkil ediyor. Ahteri Mustafa Muslihuddin el – Karahisari’nin hazırladığı bu kelimeler hazinesinden aşağıda söz edeceğim ama önce lise yıllarına gitmek istiyorum. Tokat İmam Hatip Okulu’nda okurken bir kırtasiyeciden birkaç tane büyük boy harita metod defteri almıştım. Beğendiğim şiirleri dolma kalemle bunlara yazıyor, ayrıca tarihle, edebiyatla ilgili olup da çeşitli gazetelerden ve dergilerden kestiğim bazı yazıları
Kütüphanemde yer alan lügatlerden birini de “Ahter-i Kebir” isimli meşhur sözlük teşkil ediyor. Ahteri Mustafa Muslihuddin el – Karahisari’nin hazırladığı bu kelimeler hazinesinden aşağıda söz edeceğim ama önce lise yıllarına gitmek istiyorum.
Tokat İmam Hatip Okulu’nda okurken bir kırtasiyeciden birkaç tane büyük boy harita metod defteri almıştım. Beğendiğim şiirleri dolma kalemle bunlara yazıyor, ayrıca tarihle, edebiyatla ilgili olup da çeşitli gazetelerden ve dergilerden kestiğim bazı yazıları da sayfalarına bir güzel yapıştırıyordum. Hâlâ muhafaza ettiğim bu defterlerden birini geçen gün bir kere daha gözden geçirirken “Kur’anda İlim ve Fen” başlıklı bir makaleyle karşılaştım. Lise matematik öğretmeni Ahmet Bozkurt imzasıyla kaleme alınmış olan bu yazıyı kim bilir kaçıncı defa yine okudum.
Yazarımız, işte bu makalesinin bir yerinde şöyle diyor:
“Dünyanın yuvarlak olduğu Kur’an’dan 800 yıl kadar sonra anlaşılıyor. Kur’an ise, Nâziât Suresi’nin 30. ayetinde konuyu açıklıyor: ‘Velarda ba’de zâlike dehâhâ? (Ardından dünyayı dehâ şeklinde tertipledi) Demek ki Kur’an dünya bir ‘dehâ’dır, diyor. Dehâ’nın lügat mânâsı ise devekuşu yumurtasıdır. Yani dünyanın tam küre değil de biraz basık olduğunu ifade ediyor.”
İşte bu satırları okuduktan sonra ayette geçen “dehâ” kelimesinin hangi lügatte böyle açıklandığını merak etmeye başladım. Afyonkarahisarlı büyük İslam bilgini Ahteri’nin sözlüğünü inceledikten sonra bu merakımı gidermiş oldum. Kanuni Sultan Süleyman devrinde yaşayan Ahteri’nin aynı adı taşıyan sözlüğünde adı geçen kelimeyi “deve kuşu yumurtası” diye açıkladığını böylece öğrenmiş oldum. Nitekim son devrin İslam âlimlerinden Hasan Basri Çantay da 1 Haziran 1948 tarihli Sebilürreşad Mecmuası’nda yayımladığı bir yazısında bu konuya temas ediyor, dünyanın elips şeklinde yaratıldığını – Ahteri sözlüğünden yola çıkarak – belirtiyor.
Çantay, açıklamasına şöyle başlıyor:
“Vel arda ba’de zâlike dehâhâ” ayetindeki dehâhât kelimesine bir çok müfessir ‘Allah yeri ikamete uygun bir şekilde döşeyip düzledi’ mânâsını vermişlerdir. Hatta Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi merhumun kıymetli tefsirinin o ayete ait kısmında da bu mânâya ittiba edilmiştir.
Gerçi arzı döşeyip düzlemek, ikamete uygun bir hale getirmek onun yuvarlaklığına mâni değildir. Çünkü arz koskoca bir âlemdir ve ikamete uygun bir haldedir. Binâenaleyh bu vüs’at ve azameti ile onun yuvarlaklığı ilk bakışta fark edilemez. Nitekim başta Beyzâvî olduğu halde bazı müfessirler de buna ve arzın bu yuvarlaklığına işaret etmişlerdir.
Fakat ‘dehâ’ kelimesinde öyle bir asli mânâ vardır ki, bunun mülahazası bugünkü fen ilminin ‘arz tam bir küre değil, bir elips şeklindedir’ nazariyesini de tamamen teyit etmektedir.”
Üç ciltlik Kur’an Hâkim ve Meal-i Kerim müellifi merhum Hasan Basri Çantay ‘dehâ’ kelimesini Arapça gramer kurallarına göre de anlattıktan sonra sözlerine şöyle devam ediyor:
“Gerçi Okyanus gibi, Sıhah-ı Cevheri gibi muteber lügatlerde ‘medhâ’ yine aynı mânâda olmak üzere zikredilmiştir. Fakat onlardan hiç biri bizim bu Türk âlimi kadar vuzuhla işarete cesaret edememiştir.
Demek ki, Hicri 968 yılında vefat eden Türkiyeli ve Afyonkarahisarlı Mustafa Şemseddin dünyanın bir devekuşu yumurtası gibi, yani elips şeklinde yuvarlak olduğuna âdeta inanmış, bugün yaşayan bu nazariyeyi bundan üç asır evvel ifşa etmiştir!
Bu mânâya göre ayet-i kerimenin meali yukarıda yazdığımız veçhile şöyle oluyor: ‘Cenab-ı Hakk, bundan (yani göklerin kuruluşundan ve tanziminden) sonra yeri bir devekuşu yumurtası (yani elips şekline) getirdi.’
İşte benim bu ayetten anladığım meâl!”
Şimdi isterseniz bu lügatin müellifi Mustafa Şemseddin Efendi'yi biraz daha yakından tanımaya çalışalım:
Asıl adı Muslihuddin Mustafa bin Şemseddin Karahisari olan Ahteri, Afyonkarahisar’da dünyaya geldi. Kesin olmamakla beraber 1496 yılı doğum tarihi olarak gösterilmektedir. Babası meşhur hattatlardan Şemseddin Ahmed Çelebi'dir. Bazıları babasının yine ünlü hattatlardan Ahmed Karahisari olduğunu söylüyorlarsa da bu doğru değildir. Çünkü Ahmed Karahisari’nin hiç evlenmediği
kesin olarak bilinmektedir.
Farsça “yıldız” anlamına gelen Ahteri onun mahlasıdır. Böyle bir takma isim kullanması Şemseddin Karahisari’nin astronomi ile de meşgul olduğunu göstermektedir. Ahteri ilk öğrenimine doğduğu şehir olan Afyonkarahisar’da başladı. Tahsilini ilerletmek ve sahasında derinleşmek için Kütahya’daki bir medreseye kaydoldu. Bir süre sonra “tekmil-i nüsah” ederek icazet aldı ve müderris oldu. 15 akçe maaş ile adı geçen şehirdeki Haliliye Medresesi’ne tayin edildi. Hayatının sonuna kadar müderrisliğe devam etti Medrese hocalığı sırasında büyük bir başarı gösterdi. Bilgisiyle, biraz da cerbezesiyle Kanuni devrinin büyük âlimleri arasında yerini aldı.
Bu muhterem zat lügatinden başka da eserler yazdığı halde onları neşretmedi. Basılan ve çok tutulan tek eseri lügatidir. Bin sayfadan fazla olan ve kırk bin kelimeyi içine alan Ahteri Arapça-Türkçe sözlüklerin en çok ilgi görenlerindendir. Yıllardır medreselerde müracaat kitabı olarak baş tacı kabul edilen ve elden ele dolaştırılan Ahteri, Afyon ve Kütahya yörelerinin şivelerinden bahsetmesi dolayısıyla da ilgi çekici bir özelliğe sahiptir.
Milli Eğitim Bakanlığınca yayımlanan Türk Ansiklopedisi bu sözlükten şu satırlarla söz etmektedir:
“Arapçadan Türkçeye alfabe sırasıyla, fakat maddeleri satır başına getirmeden yazılmış ve ilk defa bu şekilde 1826’da İstanbul’da basılmıştır. Daha sonra Türkiye’de bir çok defa yeniden yayımlandığı gibi, Mısır’da, Kırım’da ve Hindistan’da da basılmıştır. 1894’teki İstanbul basımında maddeler başa getirilmiştir. Bu haliyle kelime köklerinin son ve ilk harflerine göre sıralanmış olan Firuzâbâdi’nin Kâmus’undan daha kolay kullanılmakta ise de zenginlik ve doğruluk bakımından Gaziantepli Mütercim Ahmed Âsım Efendi’nin Kâmus tercümesiyle kıyaslanamaz. Arapçaya yeni başlayanlar, Ahteri sözlüğünü bu kolaylığından dolayı Cevheri’ye ve Kâmus’a üstün tutarlar.”
Yöre halkı tarafından büyük bir zat olduğuna inanılan Ahteri ömrünün son günlerini ibadet ve taat içinde geçirdi Rahmet-i Rahman’a kavuşunca Kütahya’daki Karadonlu Mescidi’nin avlusuna defnedildi. Kütahyalıların anlattığı bir menkıbeye göre, Karadonlu Sultan devrinin velilerinden biridir ve sürekli tekkesinin önünde oturmaktadır. Oradan geçen biri: “Burada niçin oturuyorsun?” diye sorunca, “Kalb kalaylarım” cevabını verir. Adam bunu yanlış anlar, onun “kap kalaylarım” dediğini zannederek ertesi gün bir çuval dolusu bakır getirir, kalaylaması için önüne bırakır. Karadonlu, bu kaplara hiç dokunmaz. Fakat adam kaplarını kalaylanmış olarak alıp evine götürür. Velilik sırrının ifşa edilmesine üzülen Karadonlu, bir süre sonra vefat eder.
Ahteri’nin mezar kitabesindeki yazı şöyledir:
“Mâmur olsun tâmir eden, mağfur olsun ziyaret eden, Tasannufi Ahteri Şemseddin. Ruhu şâd olsun dua eden. Merhum ve mağfur el – muhtaç ila rahmet-i Rabbilgafur Mustafa bin Şemseddin musannif-i Lügat-i Ahteri, müvellidi Karahisarisâhib. Ruhiyçün el – Fâtiha. Sene 952…”
Bu lügatle ilgili olduğu için şu notu da ilave etmek istiyorum. Osman Nuri Ergin merhumun, “Abdülaziz Mecdi Tolun Hayatı – ve Şahsiyeti” isimli eserinde kaydettiğine göre, Ayaşlı Muallim Şakir Efendi, büyük bir muhabbet duyduğu Şems-i Tebrizi’nin “Hırka” isimli Farsça eserini tashih ederek okunabilecek bir hale getiriyor. Bu işi yaparken de iki de bir lügate bakma zahmetinden kurtulmak için bahsini ettiğimiz bu sözlüğü – hem de bir hafta içinde – baştan sona ezberliyor. Tabii, böyle bir şeyi kabullenebilmek için mecâzib-i ilâhiyeden olan Muallim Şakir Efendiyi iyi tanımak gerekiyor.
Not: Prof. Dr. H. Ahmet Kırkkılıç ile Prof. Dr. Yusuf Sancak beylerin birlikte hazırladıkları Ahter-i Kebir 2017’de “Türk Dil Kurumu Yayınları” arasında mükemmel bir baskıyla ve 2. defa olarak neşredildi. Tavsiye olunur.