ABD’nin bir ticaret devleti olduğu, varlığını bunun üzerine kurduğu söylenir. Ticaret devleti olmasının getirisi olarak da “silah satışından” kâr elde etmek için yer yer savaş ortamı oluştursa da, ticaret yapmak istikrar istediği için yer yer de istikrarın sürmesini ister. ABD için istikrarın sürmesi demek müdahil olduğu bölgelerde kendisiyle uyumlu rejimlerin iktidarda olması demek, bu tip iktidarları sağlamak için de bazen“demokratik” tutumu benimser, bazen ise “darbe ve silahlı müdahaleyi” destekler. Tüm bunların ana ekseni ticaretin devam etmesi, mütadahalelerde maliyetin düşmesi üzerinedir.
ABD’nin Ortadoğu politikalarında “terörle mücadele” söylemi sonrası en çok vurgu yaptığı ülke İran, her ne kadar Obama dönemi ABD-İran ilişkilerinde yumuşama sağlanmasına çalışılsa da, Trump yönetimiyle birlikte İran yine “şeytanlaştırılıyor”.
ABD ve İsrail’den sonra İran’ı en büyük “düşman” olarak gören ülke ise Suudi Arabistan. Şimdilerde “darbe, ılımlı İslâm, Lübnan Başbakanı Hariri’yi zorla alıkoyması ve ABD ile geliştirdiği iyi ilişkiler” ile anılan Suudi Arabistan’da etkin söylem İran karşıtlığı, peki bu karşıtlık Suud’un salt kendi politikası mı, yoksa ABD politikalarına çanak tutma amaçlı mı, yoksa ikisi birden mi; bana sorarsanız bu meselenin tek bir sebebi ve tek bir faili yok, mesele çok yönlü ve her kesim meseleye kendi çıkarı doğrultusunda yaklaşıyor çünkü uluslararası ilişkiler, dış politika denilen zemin böyle yürünür. Öyle ise İran’ı, İran yapan dinamiklere bakmaya çalışalım…
İran, köklü bir devlet geleneğine, zengin kültüre, Hürmüz Boğazı gibi önemli bir noktanın denetimini sağlayan kilit bir noktaya, zengin yer altı kaynaklarına sahip olan bir ülke.
Özellikle Rusya ve İngiltere’nin güç savaşına sahne olmuş olan bir yer olması, İran’da milliyetçi tutumun gelişmesinde etkili olmuştur.
İran’ın dış politikasını şekiillendiren unsurları ise şu şekilde sıralayabiliriz: Teopolitik (Teopolitik ifadesi kullanıluyor ve siyasal teoloji ifadesi kullanılmıyor zira bu iki ifade birbirinden farklıdır. Siyasal teoloji, dini pratiklerin seküler bir kimlikle siyasete dahil olmasıdır. Teopolitik ise dini formların siyasetin kendisi haline gelmesidir. ), tarihsel determinizm, ulusal çıkar, diğer ülkelerin politikaları, Şia’nın iç dinamikleri, jeopolitik.
İran’da düz çizgi halinde bir dış politika olmamıştır, yukarıda sayılan unsurlar her dönem farklı boyutlarda İran’ın iç ve dış politikalarına etki etmiştir.
Kronolojik olarak ilerlemeye çalışırsak; Başbakan Musaddık’ın İngiltere ve ABD’nin ortak operasyonu olan Ajax Operasyonu Darbesi’yle devrilmesi (İran petrolünün millileştirilmesinden yana olan Musaddık, milliyetçi ve bağımsız bir söylemin sahibi olarak iktidara geldi, ABD ve İngiltere Musaddık’ın bu politikalarından rahatsız oldu ve 1953’te bir darbeyle Musaddık’ın devrilmesini sağladı, ABD ve İngiltere politikalarından yana olan Şah kaçtığı yerden İran’a geri döndü.), 1979’daki İran İslâm Devrimi, 1980-1988 arasındaki İran-Irak Savaşı, 1991’deki Körfez Savaşı gibi gelişmeler ve sonrasında ABD’nin bölgeye yerleşmesi İran’ın iç ve dış politikasını şekillendiren önemli kırılma noktalarıdır diyebiliriz.
Elbette İran’ın iç ve dış politikasının şekillenmesinde Şii mezhebi doktrini de önemli yer tutar. 1979 sonrası Humeyni, iki temel noktada bu doktrini dış politikanın pusulası haline getirmiştir. Buna göre; ilk olarak “bağımsızlık” için çalışılmalıdır, ikinci olarak ise “devrimin ihracı” gerekmektedir. Bu iki dinamik, Humeyni önderliğinde somut bir dış politika haline gelmiştir.
Devrim sonrası “Devrimci/İslâmcı” tutumun iki farklı çizgisi ortaya çıktı: Devrimci İdealistler (Uluslararası alanda “izolasyonu” öneren gruplar) ve Devrimci Realistler (‘Üçüncü dünya’ ile ve bağlantısızlar ile ilişkiler kurulmasını öneren kesim.)
İzolasyon politikası 1983’e gelindiğinde kısmen terk edildi zira Irak ile devam eden savaş, İran’ı her açıdan zorlamaya başlamıştı ve “açık kapı” politikası ile izolasyonu terk ettiler.
Humeyni’nin ölümü, savaşın bitmesi gibi gelişmeler sonrası İran’da birçok değişim yaşanmaya başladı; ilk kez rejim sorgulandı, siyasi iradenin üstünde duran “velayet-i fakih” konumu dahi sorgulanır oldu.
Milliyetçiliğin (dini-ırki-mezhebi), yoğun olduğu İran,dış ve iç politikadaki tutumunda önündeki her argümanı kendi lehine çevirmeyi başardı. İlk başlarda SSCB ve ABD’ye karşı olan İran, anti-emperyalist ve anti-siyonist söylemi arttırdı hatta bu söylem İran’ın mottosu oldu. İran’ın, ABD ve İsrail karşıtlığı, ABD ve İsrail’in de İran’ı tehdit olarak görmesi bölgede İran’a olumlu bir imaj sağladı. Bu minvalde HAMAS ve Hizbullah’a desteğini esirgemedi. İzolasyon politikasından kısmen ayrılarak Rusya, Hindistan, Venezuela gibi ülkeler ile iyi ilişkiler geliştirdi. Mezhebi konularda da çok dikkatli davrandı, Arap dünyasına yönelik söyleminde “Şia” vurgusunu bilinçli olarak kullanmadı.
“Arap Baharı” diye adlandırılan dönemde İran’ın dış politikası yine pragmatikti. Örneğin, İsrail ile iyi ilişkileri olan Mısır’da Mübarek’in devrilmesini olumlu bulurKen, Bahreyn’de eylemleri desteklerken iş Suriye’ye gelince Esed’in gitmesinin oluşturacağı istikrarsızlıktan rahatsız olacağı için Esed rejimini destekledi.
Devrim sonrası iyice kopan ABD-İran ilişkileri, ABD’nin bazı politikalarının İran’a dolaylı yoldan yaramasıyla sonuçlanmıştı. ABD’nin, Irak ve Afganistan’ı işgali, “ezelü düşmanı” İran’ı, iki endişe verici “düşman” Taliban ve Saddam’dan kurtarmıştı.
11 Eylül saldırıları sonrası İran her ne kadar süratle “terörist saldırıları” kınamış olsa da Bush’un İran’ı “şer ekseni” olarak tanımlaması ABD-İran ilişkilerinin yumuşamasını önledi.
Anti-emperyalist tutum, ezilen halkların yanında olma vurgusu, İsrail ve ABD karşıtlığı, İslâm dünyasının hâmisi olma iddiası, bölgede “azınlık” sayılabilecek Şiilerin hâmisi olma söylemi, İran’ın iç ve dış politikada elini güçlendiren tutumlar oldu.
İran’ın nükleer konusunda bir tehdit olduğu iddiası, buna bağlı olarak İsrail ve ABD’nin sürekli olarak bu konunun altını çizmesi, İran’ın iç politikasında da dışarıya karşı “birlik” vurgusunu da sağladı.
Trump’ın iktidara gelmesiyle İran yine söylemde “düşman ve tehdit” olarak tanımlandı. Ancak İran-ABD ilişkilerinden bağımsız olarak bölgede iktidara dayalı, ekonomiye dayalı bir kriz içerisinde olan Suud’un da hem mevcut kralın saltanatını güçlendirmek hem de ekonomiyi düzeltmek için girişimlerde bulunması gerekiyordu. Öncelikle muhalif sayılabilecek prensleri “yolsuzluk” bahanesi ile tutukladı, Hariri’nin elini kolunu bağladı ve İran “tehlikesine” dikkat çekti. Nasılsa ABD’nin ve kendisinin “tehdit” olarak gördüğü Mursi yönetimi Mısır’da devilmişti ve Sisi yönetimi Suud’u destekliyordu. Şimdi ise bölgede yaşananların “meşru” zemine oturtulması için bir “düşman” ilan edilmesi gerekiyordu ve Suud için bu düşman da İran’dı. Aranan kan da bulunduğuna göre hepimiz bir adım geri çekilerek bilindik senaryonun yeni uyarlamasını izleyebiliriz.
Yani, ABD, İran ile Suud eliyle savaşıyor, Suud bir kez daha “kabile devleti” olduğunu ispatlıyor ama bu bölgede ABD tanrı olduğu anlamına gelmiyor, zira Suud ve ABD’nin politikaları şimdilik örtüşüyor ve çıkar için ortak hareket ediyorlar. Şaşırmayın, İran da aynısını yaptı, yapıyor, yapacak; aynı “İslâm Cumhuriyeti” iddiasıyla ortaya çıkıp seküler Esed rejimini desteklediği gibi, Azerbaycan’a karşı Ermenistan’ı desteklediği gibi, ABD’yi “şeytan” ilan edip o “şeytan” ile nükleer görüşmesi yapabilmek için kendini hırpaladığı gibi çünkü dış politikada komplo teorileri, idealizm, ütopyacılık gibi moral değerlerden ve “Doğulu duygusallıktan” sıyrıldığımızda göreceğimiz şey budur, çünkü dış politika budur.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.