Tarih okuyucusu olarak eski dönemlere dair tarih yazımlarına konu olan kaynakları değerlendirmemiz mümkün olmuyor. Ancak yakın dönem tarih çalışmalarında yazarları tanıyabilme ve hangi öykünün kimden anlatıldığına bakarak bir mukayese yapma imkânımız var. Dönem tarihini ele alırken olaylara dair bilgi kaynaklarının ötesinde karakterimizin, durduğumuz yerin, ideolojimizin, önyargılarımızın, farklı bakış açılarının olayları nasıl eğip büktüğünü görebiliyoruz. Bugünlerde Özal dönemi ve 80 sonrasına
Tarih okuyucusu olarak eski dönemlere dair tarih yazımlarına konu olan kaynakları değerlendirmemiz mümkün olmuyor. Ancak yakın dönem tarih çalışmalarında yazarları tanıyabilme ve hangi öykünün kimden anlatıldığına bakarak bir mukayese yapma imkânımız var. Dönem tarihini ele alırken olaylara dair bilgi kaynaklarının ötesinde karakterimizin, durduğumuz yerin, ideolojimizin, önyargılarımızın, farklı bakış açılarının olayları nasıl eğip büktüğünü görebiliyoruz.
Bugünlerde Özal dönemi ve 80 sonrasına dair bir iki kaynak okuyayım dedim. Önüme kitaplar yığıldı, lakin kapsamlı bir kitap bulamadım. Var olan eserlerin çoğunluğu CHP ve daha sol veya liberal çizgideki yazarlardan gelmiş… Bu kısır döngü bugünü de kapsıyor, sağ- muhafazakâr yazar ve akademi çevreleri romantik tarihi eserler yazmak yerine biraz da bu sahada eser vermeye gayret etse çok iyi olur. Yoksa yakın döneme, hatta içinde yaşadığımız günlere dair bile bir kaynak eser bulamayacağız. Neden mi? Cevabı aşağıda…
CHP, sol, liberal gelenekten gelen yazar ve akademisyenlerin ideolojik tarih yazımı ve siyaset anlatısı geleneğinin dışında eserler veren isimlerin başında Sabancı Üniversitesi’nden Cemil Koçak geliyor. Cemil Koçak’ın yeni çıkan kitabı ‘Demokratlar ve Halkçılar” ı merakla okumaya başladım. Girişteki analiz bile yakın dönem tarihinin kaynaklarındaki vasatı çok iyi ortaya koyuyor. C. Koçak 1950-1954 dönemini anlatırken Metin Toker’in sık kullandığı “İnönü kompleksi” gibi psikolojik yorumların dışında kalmaya çalıştığının özellikle altını çiziyor.
“Eğer döneme sadece iktidar-muhalefet ikilisinden ya da ‘dikotomisi’nden bakarsak epeyce eksik görmüş oluruz resmi. Aksine iktidarı merkez-çevre ekseninde ele almanın pek çok açıklayıcı yönü olduğu kanısındayım.“ Kitabı bu çerçevede kaleme alan C. Koçak giriş yazısında şimdiye kadar DP hakkında yazılan bütün eserleri analiz etmiş. Oldukça dikkat çekici bu girişten anladığımız kadarıyla, Demokrat Parti dönemini objektif kriterlerle, bilimsel bir tarih yazımı metoduyla yazan kimse olmamış. Hele de farklı bir yaklaşımla konuyu ele alan eserler yok.
“DP iktidarına yönelik tarih yazımında CHP gözüyle yazılan tüm metinlerin ortak bir noktası var. O da DP tarihini bir ‘doğuş, yükseliş ve çöküş dönemi’ olarak ele almalarıdır… Bu yaklaşım DP’nin bütün tarihini ‘kaçınılmaz bir sona doğru gidiş’ olarak yorumlar ve bütün olguları, bu kaçınılmazlık duygusu içinde kurgular. Bu anlatım DP’nin alınyazısı tarzına dönüşmüştür adeta. DP’nin hiçbir seçimde çöküş yaşamaması ve 1960 darbesi olmasaydı bu acı son tasvirinin ne olacağı da belirsizdir. DP’nin kapsamlı bir iktidar tarihi yazılmadan, üstelik bu tarihsel dönem ciddi bir eleştiriye ve sorgulamaya tabi tutulmada, Türkiye’de bu dönemi ve sonrasında miras kalan siyasal tartışmaları ve gelişmeleri analiz edebilmek güç olacaktır…”
Kitap Demokrat Parti içindeki kavgalara da değiniyor. Yazar bir sonraki çalışmasının CHP iç kavgalarını içereceğini, ‘Halkçılar Halkçılara Karşı’ başlığı ile bu kavgaları da ele alacağını yazmış. Kitabı merakla bekliyoruz.
Tarafsızlık elbette mümkün değil. Lakin klişe yargıları baz almadan da siyasi tarih yazılabilirmiş. Böyle bir tarihçilik anlayışı sergilediği için Cemil Koçak’a teşekkür ediyorum…
Bu çerçevede eleştirel bir yazıyı, son dönemin adete popüler kültür özeti olarak dini ve seküler çevrelerin karşılaşmalarını konu alan dizilerden Kızıl Goncalar üzerine Nuray Mert’ten okudum… Buradaki karakterleri, sembolleri analiz eden Mert, ezber klişe tekrarlarından ve dizinin oryantalist atmosferinden “birbirini tanıma ve anlama çabası çıkmaz” diyor.
“‘Kızıl Goncalar’ dizisini kim yazdı, çekti ise, belli ki incelikli bir iş çıkarmaya, kaba klişelerden kaçmaya çalışmış. Olmamış. Bazı dindar karakterleri ‘fazla iyi’ çizmek belki de bu çabanın ürünü. Veya söz konusu olan, ‘gerçek dindar’ portresi çizme çabası. Bu konuda Meryem karakteri başta geliyor, adeta bir ‘Anadolu bilgesi’. Cüneyt Efendi karakteri de, bu kategoride sayılır, ‘manalı’ cümleler, psikiyatrıyla ‘derin’ münazaralar çerçevesinde, diğerlerinden çok farklı bir dindar, tasavvuf ehli olarak takdim ediliyor... Bu şeyh, psikiyatrının hayata dair sıradan yorumları karşısında şaşıp kalabiliyor. ‘Nietzsche’ falan deyince şaşırıp kalmayan laf yetiştiren adam, ‘hayat sandığından karmaşık’ tarzı sıradan bir lafı hayatında ilk kez duymuş gibi bir hal alıyor. Bu konuda Meryem daha ilerde sayılır. Öyle olması da sebepsiz değil tabi. Meryem cahil bir kadın, onun inancı belli ki saflığından, hatta cahilliğinden geliyor. Ne yapsın, okuyamamış, çaresiz içindeki iyiliği, dini terimler ile ifade edebiliyor. Ama zaten, bu eksiklikten dolayı kızı okusun istiyor. İşte bütün mesele bu! Küçümsenecek bir mevzu değil, ama bu konuda da ortaya çıkan, ‘Haydi kızlar okula’ kamu spotundan öte değil.
Dizinin diğer karakterleri ise daha da kaba klişeler olarak karşımıza çıkıyor. Said Efendi, bildiğiniz ‘kurnaz, çıkarcı, hileci din tüccarı’, karısı ondan beter. Müyesser Hanım, aşık olduğu adamla evlenemediği için acılaşmış, sevgisiz ve tam da bu nedenle bulunduğu mevkiye gelmiş. O kadar kalpsiz ki, Kuran kursunda bir kız çocuğunun yolda bulduğu bilyeyi görünce köpürüyor. Naim Efendi deseniz, korkunç bir tip, baskıcı koca ve baba. Tam bir ikiyüzlü, dindarlık tasladığı halde, koli dağıttığı kadına tutuluyor, tabi o çevreye göre işin kolayı var, imam nikahı yaparak işin içinden sıyrılıyor. Her adımın tarikat büyüklerinin iznine bağlı olduğu vurgulanan bir ortamda, kimse ona neden bu nikah işini bize haber vermedin demiyor.”