Cumartesi gece yarısı medyaya verilen 104 emekli amiralin hazırladığı bildiri, içeriğinin ötesinde, geçmiş tecrübelerimize ilişkin çağrışımlarıyla dikkat çekti, tepki uyandırdı. Konu araştırılıyor elbette. Ancak beni bu olayda en çok düşündüren; bildirinin sonuçlarına ilişkin öngörülü olmaları beklenebilecek bir tecrübeye sahip imzacıların, bunu göze almasıdır…
Elbette emekli askerler görüş beyan edebilirler -ki televizyonlarda her gün onlarcasını dinliyoruz-. Elbette tehdit ve şantaja dönüşmeyen her görüş dikkate alınabilir. Lakin emekli askerlerin siyasete -e-muhtıra biçimiyle görüş beyan etmesinin bu çerçevede olduğunu düşünmüyorum.
104 emekli amiralin geçmişlerine baktığımızda aralarında bir fikir birliği olmadığı görülüyor. Hatta birbirine zıt görüşlerde olanlar özenle bir araya gelmiş diyebiliriz. 104 emekli amiralin bildirisi “dikkate ya da ciddiye de alınmalı mı” bilmiyorum. Ama siyaset-ordu gerilimin aşıldığının düşünüldüğü bugünlerde yinelediği hafızayla bir fay hattına su verdiğini düşünüyorum.
“Çağdaş ülkelerde asker siyasete karışmaz” sözünün bir klişe olduğunu herkes bilir. Ancak bizim gibi “dış düşman”, “iç düşman” tanımına yüklenen anlamların ideolojik zemine göre farklılaştığı ülkelerde bu hevesler bitmez! Ama yöntemler değişir. Toplumu bir müdahaleye hazırlayan
mekanizmaları
“bir korkuyu örgütleme biçimi”
olarak sivillerin de içinde olduğu girişimlerle yol alır. Buna ilişkin olarak Demirel’in 2005’te Yavuz Donat’a verdiği bir röportajda,
“Türkiye’de müdahalelerin sadece ordu tarafından yapıldığı fikri yanlıştır. Orduydu darbeye iten sivil kesimler”
cümlesi de önemli bir tespittir.
Türk siyasi tarihi asker ve siyasetçiler arasında oynanan bir pinpon maçı gibi geçti.
Siyaset tarihinde asker 1960 yılından 2007 Nisan’ına kadar, ya eline silahı aldı ya mektup yazdı yahut da iktidarı kenara çekti ve bunda da başarılı oldu.
AK Parti iktidar süresinde bunun en güçlü hamlelerine muhatap olsa da siyaseti demokratikleştirmeyi ve bunu yasalarla kalıcı hale getirmeyi başardı.
2001’den başlayarak gizli ya da açık olarak ihtarlar, ikazlar, mektuplar yahut da el altından darbe teşebbüsleri ve eylemlerinin hep muhatabı oldu. Danıştay saldırısıyla başlayan süreç bir işaret fişeğiydi! “Türkiye karanlığa gömülecek” korkusu etrafında sivil dernekler örgütlendi, siyasete müdahaleye ilişkin bir sivil
sağlanmaya çalışıldı. Dönemin Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer, yaptığım bir röportajda bu sivil dernekleri örgütleyenlerin içinde yer alan emekli bir generalin mektubuyla ortaya çıkan çarpıcı bir gerçekten söz eder. Tüm organizasyon emekli generallerin yönetiminde gerçekleşmiştir. Bu konuya ilişkin mektup, Vatansever Kuvvetler Güç Birliği ve ADD’leri kullanarak mitinglerin nasıl organize edildiğini, finanslarının nasıl yapıldığını ortaya koyar ve devletin kayıtlarında bilgi olarak da mevcuttur.
28 NİSAN 2007’NİN DEĞİŞTİRDİKLERİ…
2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yabancı medya “ya darbe ya şeriat senaryoları ileri sürüyordu. The Daily Teleghraph’daki 4 Mayıs 2007 tarihli yorumunda Con Coughlin “Türkiye’nin gizli İslami başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına namazında niyazında bir Müslüman olan Abdullah Gül’ü getirmek konusundaki girişimi kendilerini Atatürk’ün mirasının yılmaz savunucuları olarak gören askeri seçkinler arasında öyle bir infial yarattı ki yeni bir askeri darbe tehdidi savurdular. Bu son derce rahatsız edici ihtimal Erdoğan’ın bu yaz ortasında erken seçim çağrısı yapıp sorunu siyasi yollarla çözme kararına varmasıyla bertaraf edildi” yazıyordu. Dönemin yazarlarından Derya Sazak “Siyasi aktörler güçlü olsa bu senaryolar çıkmaz” diyor, darbe ve şeriat arasında üçüncü yol olarak siyasetin güçlendirilmesi gerektiğini söylüyordu (31 Ağustos 2007 /Milliyet).
Bu güçlenmenin en büyük belirtisi “27 Nisan Gece Yarısı -E-Muhtırası”na verilen cevaptı. AK Parti hükümeti “Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanı” olarak tanımlayan bu bildirinin etkisini öncelikle,
“gece yarısı -e- muhtırası”
olarak isimlendirerek kırdı. 28 Nisan’da Bakanlar Kurulu toplantısının ardından Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek “Başbakana bağlı bir kurum olan Genelkurmay’ın hükümete karşı böyle bir ifade kullanması demokratik bir hukuk devletinde düşünülemez” dedi. 6 Mayıs’ta Abdullah Gül adaylıktan çekildi. 22 Temmuz’da AK Parti seçime gitti, %46,7 ile kazandı. 28 Temmuz’da Abdullah Gül Parlamentoda Cumhurbaşkanlığı yemini ediyordu. AK Parti hükümeti Genelkurmay Başkanını görevden alma gücü olan ilk hükümet oldu. 2010 Anayasa değişikliği siyaset-asker ilişkilerinde demokrasi lehine düzenlemeler getirdi. Bu, bir dönüm noktasıdır ve bazı kesimlerin “hesap sorarlar endişesiyle” yöntem değiştirdiği tarihtir. (Nuran Yıldız bu dönemi “E-Muhtıranın Medya ve Siyaset Sürecine Spin Etkisi makalesinde değerlendiriyor).
Türkiye’de asker -siyaset dengesinin kurulmasını sağlayan düzenlemeleri şöyle özetlemek isterim.
“MGK Genel Sekreterliği sivilleşti, askeri yargının yetki alanı daraltıldı, EMASYA protokolü kaldırıldı, BTUK uygulamalarına son verildi. Devletin birçok kurumundaki askeri üye uygulamaları kaldırıldı ve HSYK yapısı daha demokratik hale getirildi. Darbeciler yargılanmaya başladı, devletin şeffaflığı artırıldı, bilgi edinme kanunu getirildi. DGM’ler kaldırıldı, Cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmeye başladı. Vatandaşların hak ve özgürlüklerini güçlendirmek amacıyla vakıflar ve dernekler kanunuyla örgütlenme hakları genişletildi. AİHM’nin kararlarına dayalı olarak yeniden yargılanma imkânı getirildi. AYM’ye bireysel müracaat hakkı tanındı. Toplantı ve gösteri hakkının kullanılması imkânları genişletildi. Vatandaşlıktan çıkarılanların hakları iade edildi. TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin 35. Maddesi bu süreçte en çok tartışılan maddeydi. Emekli Genelkurmay Başkanı Özkök 2007 de yayınlanan bir röportajda “o madde aynı zamanda siyasetin frenidir” diyordu. 2013 yılında bu madde değiştirildi. Bunlar Türkiye’de vesayeti kaldıran adımlardan sadece birkaçıydı. Bu ülkeyi artık geriye götürmek mümkün olmaz. Ancak bu yakın tarihi de unutmamak gerekir.