Din fotokopi makinesi değildir

04:008/06/2019, Cumartesi
G: 8/06/2019, Cumartesi
Ayşe Böhürler

Beden ölür çürür cana bakın siz,Kim kiminle yürür ona bakın sizBırakın dönsün dönme dolaplarHaktan hakikatten yana bakın siz…Abdurrahim Karakoç’un bu dizeleri bize kadim doğruları hatırlatsa da cana değil bedene baktığımız bir gündelik hayat biçimi çoktan hayatımızın merkezine çöreklendi bile. En önemli şey görüntümüz haline geldi. Mesajımız, değerimiz, kimlik nesnemiz; bedenimiz oldu. Sözlerimizin ve eylemlerimizin önüne geçen bu imaj sunumu öylesine önemli hale geldi ki; “nasıl görünüyoruz “ sorusu

Beden ölür çürür cana bakın siz,

Kim kiminle yürür ona bakın siz

Bırakın dönsün dönme dolaplar

Haktan hakikatten yana bakın siz…



Abdurrahim Karakoç’un bu dizeleri bize kadim doğruları hatırlatsa da cana değil bedene baktığımız bir gündelik hayat biçimi çoktan hayatımızın merkezine çöreklendi bile. En önemli şey görüntümüz haline geldi. Mesajımız, değerimiz, kimlik nesnemiz; bedenimiz oldu. Sözlerimizin ve eylemlerimizin önüne geçen bu imaj sunumu öylesine önemli hale geldi ki; “nasıl görünüyoruz “ sorusu her şeyin önüne geçti. Teknolojik gelişmeler de bedenimizi nesneleştirmeyi kolaylaştırdı, ve hatta bunu renklendirdi. Ancak paylaşılan görüntüler barındırdığı detaylarla birlikte bir çok anlam barındırıyor. Bu da bir çok bakımdan sorunların kaynağı haline gelmeye başladı. İnsanların mevkilerini, makamlarını, statülerini gösteren kısaca kim olduklarını resmeden paylaşımların özelikle siyasi ya da tanınmış kişiler ve onların yakın çevreleri için ciddi problemler taşıdığını görüyorum.

Nasıl göründüğümüz elbette önemli; ama nerede, kiminle ve hangi biçimde göründüğümüz de önemli.. Sahne en az kendimiz kadar önem taşıyor. Güzel resmi yanlış konumlandırma itibara değil itibarsızlaştırmaya sebep oluyor.

Eskiden değer dünyası gizlenir; gösterime sunulan şey özel olarak seçilirdi. Şimdi her şeyi sunuyoruz. Anlamlı anlamsız, doğru yanlış… Amma velakin bu değer kazandırmıyor azaltıyor. İmaj yapmak neyi sunacağımızı seçmek demektir. Bunları bir iletişim uzmanı olarak sadece hatırlatmak istedim. Mevki, statü, yaş, konum, kimlik, kültür, eğitim…Hepsi benlik sunumunun kendisini de sahnesini de belirliyor.

Her fikrin yazılması her şeyin söylenmesi açık toplum ya da maharet filan değil. Seçicilik aklın gereğidir. Bir ikaz olarak not düşmek istiyorum.

Ve bu kadar riskli bir alanda siyasi kişilerin yakın çevrelerinin görüntü ile olan ilişkilerini sorunlu buluyorum. Şule Gürbüz’den bir alıntıyla bu konuyu bitirmek isterim.

“İnsanın kendini gizlemesi ilmin başıdır, sonuna da anca böyle varılır. Göremeyenin gözüne sokmaya, ona da zorla ikrar verdirilmeye çalışmaya gelmez. Hiç değilse kısmen gizlenmeye, azmışgibi, çok önemli değilmiş gibi gösterilmeye ihtiyaç duyar, bu da lütfun zekâtıdır…”

Gündelik hayat akıp gidiyor ve üzerinde çok da düşünmeye vakit kalmadan kendisini dayatıveriyor. Oysa gündelik hayat üzerine düşünmek, onun sosyolojisi üzerine kafa yormak başımıza gelenleri anlamak için çok önemli bir yardımcı... İdrakimizi açıyor, tefekkürümüzü geliştiriyor. Çünkü kültür orada akıyor, siyaset ve sanat da!

Gündelik hayattan gözünü ayıran kaybediyor, ona odaklanan kazanıyor. Üst fikirler, aforizmalar, hayata değmeyen her şey uçup gidiyor. Geriye gündelik hayatın icapları, rutinleri, alışkanlıkları gerçekleri kalıyor. Toplumsal değişimi anlamak için rakamlara değil gündelik hayata bakmak gerek. Bunu anlamadan siyasete yöne vermek de kolay değil. Siyasal iletişim ise hiç mümkün değil. Bayram vesilesiyle gündelik hayatı ne kadar ıskaladığımızı bir kez daha düşünme fırsatı buldum. Siyasal ve sosyal araştırmacıları bunun üzerinden çalışmaya davet etmek isterim.

Müslümanları bir kitle olarak değerlendirip eleştirmekte bir matah var sanılıyor. Vay bu Müslümanlar niye böyle!!! Bir başka yargı cümlesi de “Müslümanlık yaşanmıyor, Ah yaşansa ? “ Doğrusu yaşanmayan ne yaşanması gereken ne? İdealize edilen yaşam mümkün mü? Gerçekle irtibatlı mı? İdeoloji haline getirilen bir din yaşanabilir mi?... gibi sorular bir tarafa, herkesin bu din mensuplarına yüklenmeleri bir tuhaf hal oluşturuyor. Üstelik de bizim camiamızın insanları da bu koroya katıldı.

Her zaman eleştiriyi savunmuş, bunu bir gereklilik olarak görmüş birisi olarak bu genellemelerin “boş” ve “yanlış” olduğundan söz etmek istiyorum. “Müslüman” sahip olduğumuz kimlik katmanlarından birisidir;bazen bir üst başlık olur, bazen alt! Üst başlık olduğunda da altında yüzlerce başlığı barındırır. Buna bakarak insanları eleştiri bombardımanına tutmak; olsa olsa kolaycılık olur.

Elbette eleştiri hepimize lazım, yoksa doğru nasıl bulunacak. Ancak böyle genel eleştiriler hiçbir fayda sağlamaz. Ne Müslümanlar yekpare bir duyuş, düşünüş taşıyorlar ne de diğer üst kimlik başlıkları. Herkes ayrı bir karakterde yaratılır, içine doğdukları toplum ve ailede şekillenmeye devam eder. Buradan yola çıkıp “muhafazakarlar çıldırdı” ya da “başörtülüler”, “tesettürlüler”, “dindarlar” gibi tüm genellemeler “boş işler”dir. Eksik ve kompleksli bir bakışın izlerini taşır. Dinler bir fotokopi makinesi değildir, tıpkı basım kopyaları üretip durmazlar. Peki bu yorumlar bize ne söylüyor? “ Bu Müslümanlardan adam olmaz” mı? Peki önerileri nedir? Yeni bir din mi?

Eleştiri kitlesel değil bireysel yapılmalı. Kur’an bize bunu söylüyor.

Sözü güzel söylemenin de bir sanatı var efenim. Son sözü Şule Gürbüz’e,bir edebiyatçıya bırakayım.”Din basit ve kaba aktarılıyor hep, yani bunda yetişmiş, dünya tedrisince tahsil görmüşe “Bir şey yok, rahatınıza bakın.” dercesine. Dünyadaki en ince şey ruhen de, zihnen de en kabanın eline ve diline düşüyor, onun sayılıyor…”

Eleştirimiz dünyanın bu en ince şeyinin kabanın eli ve diline düşmesine olmalı…

#Abdurrahim Karakoç
#Şule Gürbüz
#Eleştiri