Birleşmiş Milletler verilerine göre yaklaşık 232 milyon kişi kendi ülkesinin dışında yaşıyor. Bugün mülteci olmuş veya kendi ülkesinde yerinden edilmiş kişi sayısı 1994 yılı rakamlarının çok üzerinde. Dünyanın bu altüst oluşu; çoğulculuk, kent yaşamı içinde birlikte yaşamak birçok konuyu yeniden düşünmeyi zorunlu hale getiriyor. Bu konunun ekonomi, barınma, eğitim, sağlık gibi alanların dışında düşünülmesi gereken pek çok başlığı var. Ama her şeyden önce kültürlerin karşılıklı olarak birbirini kabul
Birleşmiş Milletler verilerine göre yaklaşık 232 milyon kişi kendi ülkesinin dışında yaşıyor. Bugün mülteci olmuş veya kendi ülkesinde yerinden edilmiş kişi sayısı 1994 yılı rakamlarının çok üzerinde. Dünyanın bu altüst oluşu; çoğulculuk, kent yaşamı içinde birlikte yaşamak birçok konuyu yeniden düşünmeyi zorunlu hale getiriyor. Bu konunun ekonomi, barınma, eğitim, sağlık gibi alanların dışında düşünülmesi gereken pek çok başlığı var. Ama her şeyden önce kültürlerin karşılıklı olarak birbirini kabul etmesi, tanıması ve saygı duyması gerekiyor.
Şehir efsanelerinin, ön yargıların tedavüle girdiği böyle zamanlarda toplumsal barışı korumak, bir diğerine karşı yabancılaşmayı gidermek, aşinalık oluşturmak, dillerin yabancılığını gidermek, ön yargıları hafifletmek için başvurulması gereken en önemli araçlardan birisi kültür ve sanat oluyor.
Geldiği yeri, kültürü, dili, yaşam alışkanlıkları bambaşka farklı ülkelerden insanların her biri bir diğerini elbette yadırgıyor. Onunla birlikte gelen yaşam biçimini bir bozulma olarak değerlendiriyor ve tepkisel bir süreç başlıyor. Bu sadece bizde değil dünyanın her yerinde aynı sonuçları doğuruyor. Biz dâhil Amerika’dan Kanada’ya, Avrupa’ya pek çok ülkenin göçmenlerle oluştuğunu ya da onlarla geliştiğini göz önüne aldığımızda önceki dönemlerde yaşanan tecrübeler bu yeni göç dalgasında da bize ışık tutuyor. Tüm zamanlarda toplumu buluşturan temel ögelerden birisi illâki sanat oluyor. Biz 4 milyon mülteciyi barındıran bir ülke olarak mülteciler ile toplumun entegrasyonunu sağlamak için sanat ağırlıklı projelere çok az başvuruyoruz. IKSV bir sanat vakfı olarak bu hafta bu konunun önemine değinen bir rapor yayınlamış. Mülteciler üzerine çalışan birisi olarak konu dikkatimi çekti ve bu raporu ve sonuçlarını sizinle paylaşmak istedim. “Birlikte Yaşamak: Kültürel Çoğulculuğu Sanat Yoluyla Geliştirmek” başlıklı raporu biri Türk diğeri de Kanadalı, Dr. Feyzi Baban ve Dr. Kim Rygiel birlikte yazmışlar. Rapor Türkiyeli ve Suriyeli grupların arasındaki günlük etkileşimler yoluyla farklı düzeylerde gerçekleşen ilişkilere başka bir perspektifle bakmayı öneriyor. Mültecilerin uyumunda sanatın rolünü toplumsal uzlaşının bir aracı olarak ele alıyor.
Öneriler kapsamında şunlara yer verilmiş:
“Kültür-sanat kurumlarına ait tüm mekanların yeni gurupların erişimine açılması, kültürel yurttaşlığın geliştirilmesi, yaşadıkları mahallelerde alternatif kültür mekanlarından faydalandırılmaları, Suriyeli sanatçılarla Türk sanatçılar arasında iletişim bağlarının güçlendirilmesi, mülteci çocukların müze-sergi gezdirilmesi….” gibi birçok öneri mülteci meselesine başka bir bakış açısı ortaya koyuyor.
Birlikte yaşıyor ve yaşayacaksak; meselenin bu boyutuyla ele alınıp kültür-sanat iletişiminin güçlendirilmesine ihtiyaç var. Hele de yeni bir seçim daha yaklaşırken yerelde pek çok bölgede siyasetçinin karşısına çıkan sorunların önemli bir parçasını da artık mülteciler oluşturuyor.
Mesele başörtüsü ve İmam-Hatip okulları olunca Cumhuriyet tarihinin adeta ana ideolojik söylemi haline getirilen aşağılayıcı, yargılayıcı dilin (üstelik aynı millet ve kültüre ait olmamıza rağmen) bitmediğini pek çok olayda görüyoruz. Doğrusu eski neslin alışkanlıkları dediğimiz şey genetik kültürel miras olarak yeni nesillerde de sürüyor.
İmam-Hatip okullarına ilişkin tartışmalara girmeyeceğim. Ancak onlara ilişkin toplumsal kanaatin değişmediğini ÖNDER (İmam Hatipliler Derneği) tarafından yayınlanan 2017 medya taramasını içeren bir rapor teyit ediyor. Dün elime geçen rapor medyadaki nefret söylemi ve ayrımcı dilin hâlâ sürdüğünü gösteriyor. Gerici eğitim, dogma, Ortaçağ’a hapsetmek, cehaleti ayağa kaldırmak, ebedi köle, cahil, IŞİD’ci, fanatik gibi onlarca tanımlama bu okullarda okuyan çocuklar için bazı medya organlarında kullanılıyor. Henüz ortaokul ve lise çağındaki çocuklarımıza yönelen bu nefret söylemi ve ayrımcı dil direkt çocukları hedef aldığı gibi toplumsal ayrışmayı da körüklüyor. ÖNDER’in bunu ortaya koymak üzere yaptığı çalışma topluma ayna tutmak açısından büyük önem taşıyor. Bugünün çocukları tarihin derinliklerinde kalması gereken bu ideolojik çatışmaları bilmiyor ve onların dünyasında bunların hiçbir anlamı olmadığı gibi onlara bu anlamsız kalıpları empoze etmenin de toplumsal barışa katkı sağlamadığı ortada. İmam-Hatip’te okuyan çocuklar içinse sebebini anlayamadıkları bu ayrımcı söylem ruhlarını yaralamaktan ve reaksiyoner bir tutum oluşturmalarına sebebiyet vermekten başka işe yaramıyor.
Türkiye kozmopolit bir toplum, saygı istiyorsak önce bu ayrımcı söylemleri bırakmalıyız.