Ne kadar özlemişim öyle bir
sohbeti…
Oysa bir gün önce bizim Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül. “Yarın 9 gibi Sayın Başbakan bizim gazeteye gelecek. Seni de bekleriz ağabey!” diye bir SMS attığında, bayağı bir tereddüt geçirmiştim. Onca kişi içinde ne konuşulacaktı ki Başbakan'la… TV'lerde anlatıyordu ya her şeyi… Aynılarını dinleyip dönecektik…
Şoför arkadaşıma bizim gazetenin yeni binasının nerede olduğunu öğrenmesini söyledim…
Ertesi sabah da devlet ricaline duyduğumuz saygı gereği lacivertleri çekip gazetenin yolunu tuttuk… Bir de gittik ki… Kimsecikler yok. İşte o zaman aklıma geldi SMS'e tekrar bakmak… “Akşam 9 civarında” yazıyormuş tabii…
Önümüze baka baka döndük eve… Ancak şu işe yaradı. Gazete, dergiler ve TVNet'in muhteşem binasını gezme fırsatı buldum… Olağanüstü çağdaş bir mimari ve dekorasyonda ve yüksek estetik kaygıyla ve aynı derecede işlevsel bir yeni binasına gurur ve tevazuyla yerleşmiş gazete. Başkası olsa aylarca tencere tava çalardı bu durumda. Bizimkiler, 'içlerine atmışlar kıvanç ve sevinçlerini'...
Aptal kafanın cezasını ayaklar çekermiş… Akşam tekrar geldik… Sonrasında da, “İyi ki gelmişiz”, diye ayrıldık oradan… Özlediğimiz, tanıdığımız, sevdiğimiz, saydığımız ağzından çıkan her sözün derinliğinden tat aldığımız Davutoğlu vardı karşımızda…
Bizim hem TV'nin, hem gazetenin, hem dergilerin yazar ve yapımcıları, yöneticileri oradaydı… Davutoğlu da bir zamanlar günlük yazılar yazdığı yuvasında olmanın o çocuksu, duygusal naifliğini yaşıyordu adeta…
Sohbet o kadar koyudu ki, Basın Müşaviri
yayın başlama saatini 30 dakika aştıkları yolunda bir uyarıda bulunmasa, o hiç ara vermeden kim bilir kaç saat sürdürecekti o muhteşem analiz ve örneklerini…
O lezzetli mi lezzetli sohbetten aklımda neler mi kaldı?..
Ne yazık ki hepsini yazamayacağım… Ama iç içe geçirdiği iki konu var ki, onlara değinmezsem, hem ona haksızlık etmiş olurum; hem kendime; hem de en önemlisi sizlere…
'nun (Bilhassa her zamanki gibi 'Sayın Başbakan' diye anmıyorum kendisini; çünkü o akşam ne meydanlardaki kimliğiyle oradaydı; ne de TV programlarındaki. Okul arkadaşımız, hocamız, köşe yazarı, düşünür, filozof, ilim irfan sahibi, tekâmül etmiş bir ruh olarak aramızdaydı) her zaman takıldığı, beni de her zaman etkilemiş olan
meselesiydi o akşamın bence temel ekseninde duran…
Siyasi hırçınlığın bu kadar ön plana çıkmasının,
Siyasetin Yalnız Bırakılması
'nın temel nedenlerinden biri olarak; sivil toplum hareketinin ve entelektüel derinliğin yeterince gelişmemesine bağlıyordu özetle… Bu durumu da siyasetin önündeki en ciddî, en hayatî, hani Anglosaksonların deyişiyle '
' (Challenging) sorulardan biri olarak görüyordu…
Bu durumun en belirgin çıktısı ise '
' olmadığımız, '
' görüşlere sahip olduğumuz veya karşısında '
' mücadelesi verdiğimiz kişi ve/veya grupları '
' olarak değil '
' olarak görme refleksinin ortaya çıkmasıydı…
Şöyle bir düşündüm…
Bu sadece siyasette mi bu hale gelmiştir… Hayır… Hayatın, entelektüel derinliğin yitirildiği her alanı için geçerliydi bu tespit… Tüm kurumlar; tüm kişisel ilişkiler için… Evlilikler dahil her türden ilişki biçimi için de geçerlidir bu tespit…
İttifakların yitirilmesinin nedeni de budur… Zaman içinde herkesi kucaklayan yaklaşım, birden 'Tamamen benden yana olmayan, tamamen bana biat etmeyen bana düşmandır!'
inancına evriliverir…
İşte bu bakış açısıyla ittifaklar kurmak olanaksızdır… İttifaksız ise iktidarı sağlamak olanaksızdır… Mustafa Kemal Atatürk'ün başta Erzurum, Sivas Kongreleri ve TBMM'nin açılışı sırasındaki fotoğraflar olmak üzere çeşitli dönemlerdeki 'ittifak görüntülerine' bir göz atmakta yarar vardır…
Tabii tarihte yüzlerce yıl iktidar olmuş liderliklerin, ne zaman nasıl ve hangi ittifaklarını yitirdikleri için tarih sahnesinden silindiklerine de…
Gelelim seçimlere… Vaat kazanmayacak bu seçimlerde. Vaadi yerine getirecek güvene inandırabilen kazanacak… Ve sonuç Türkiye için mutlaka iyi olacak…
Not: Pakistan ve Afganistan'da deprem nedeniyle hayatını kaybedenlere Allahtan rahmet diliyorum… Allah, İstanbul depremine hazırlıksız yakalanmamamız konusunda bizim yardımcımız olsun...