EDISYON:

Bediüzzaman"ın hayatının William Wallace kadar sinemasal kıymeti yok mudur?

00:008/06/2008, воскресенье
G: 2/09/2019, понедельник
Ali Murat Güven

Eğer ki Avustralyalı yapımcı, yönetmen, senarist ve aktör Mel Gibson, 1990''ların başlarında William Wallace adlı bir yerel halk kahramanına fena hâlde kafayı takmasaydı; onun ibretlik hayat hikâyesini gösterişli bir üstün yapımla beyazperdeye uyarlama hayâlini giderek bir “fikr-i sabit”e dönüştürmeseydi; günümüzde bu yiğit İskoçyalının adını sadece yaşadığı topraklardaki tarihe meraklı bir kaç milyon ırkdaşı biliyor olacaktı. Hepsi hepsi o kadar...Oysa, 1995 yapımı unutulmaz Mel Gibson epiği vesilesiyle

Eğer ki Avustralyalı yapımcı, yönetmen, senarist ve aktör Mel Gibson, 1990''ların başlarında William Wallace adlı bir yerel halk kahramanına fena hâlde kafayı takmasaydı; onun ibretlik hayat hikâyesini gösterişli bir üstün yapımla beyazperdeye uyarlama hayâlini giderek bir “fikr-i sabit”e dönüştürmeseydi; günümüzde bu yiğit İskoçyalının adını sadece yaşadığı topraklardaki tarihe meraklı bir kaç milyon ırkdaşı biliyor olacaktı. Hepsi hepsi o kadar...

Oysa, 1995 yapımı unutulmaz Mel Gibson epiği vesilesiyle “Cesur Yürek”i günümüzde artık bütün dünya yakından tanıyor.

Yıllar önce bir akşam, insanın tüylerini diken diken eden bu etkileyici yapıtı sinema salonunda izledikten hemen sonra, evime döner dönmez kütüphanedeki Brittanica Ansiklopedisi''nin ilgili maddesini açıp Wallace''ın hayatının ayrıntılarını merakla okuduğumu hatırlıyorum. Vahşi bir sömürünün pençesinde kıvranan halkını biraraya toparlayabilmek ve onlara özgürlüklerini kazandırabilmek için bütün ömrü boyunca nasıl çırpınıp durduğunu, bu uğurda sevgili karısını İngiliz gaddarlığına kurban verişini, toprak ağaları tarafından defalarca “Sen hiç merak etme, mücadelende daima yanında olacağız” nidalarıyla uğurlanıp yine onlar tarafından tekrar tekrar satışa getirilmesini...

Hele de “isyancılara ibret olsun” diye, Londra Köprüsü''nün üzerinde dönemin Britanya Kralı 1. Edward''ın emriyle elleri ve ayaklarından zincirlere bağlanıp sonra da askerler tarafından gerilerek parçalara ayrıldığını öğrenmek resmen yüreğimi dağlamış, öğrendiğim diğer tarihsel gerçekler ise -adını ilk kez bir film vesilesiyle duyduğum- bu gariban İskoçyalı savaşçıya yönelik sevgi ve saygımı daha da artırmıştı.

İşte, ırk, din, dil ve sınır tanımayan bu müthiş gücün adı “sinema”dır.

Size, sinema sanatının o benzersiz etki gücü sayesinde, yaşadıkları coğrafyaya ait yerel bir değer olmaktan çıkıp zamanla bütün dünyanın yakından tanıdığı ve saygı duyduğu küresel kahramanlara dönüşen hangi film karakterini hatırlatsam ki?

“Schindler''in Listesi”ndeki vicdan sahibi işadamı Oscar Schindler''i mi?

“Otel Ruanda”nın yufka yürekli müdürü Paul Rusesabagina''yı mı?

“Serpico”daki -ölümüne dürüst olmayı seçmiş- polis memuru Frank Serpico''yu mu?

Yoksa, aralarındaki o yıkılmaz dostluk bağı “Ölüm Tarlaları” vesilesiyle adları bütün dünyaya mâlolan iki gazeteci, Sydney Schanberg ve Dith Pran''ı mı?

Sinema tarihi, hiç tanımadığımız diyarların, haklarında tek kelime dahi bilemediğimiz isimsiz kahramanları üzerine “ışık izi”yle yazılmış, insanı izlerken allak bullak eden bu tür görsel destanlarla doludur.

Türkiye, ne yazık ki hem devleti hem de özel sektörüyle, sinemanın başkaca hiç bir sanat dalıyla kıyaslanamayacak keskinlikteki etki gücünü lâyıkıyla kullanmada çoktandır sınıfta kalmış bir ülke...

Ve bu konudaki zavallığımız bana ziyadesiyle acı veriyor.

Hele de “Geceyarısı Ekspresi” gibi sözde biyografik bir karşı-propaganda filmi üzerinden sinema tarihinin en acı gollerinden birini yemiş bir toplumun mensubu olarak, ülkesinde on sentlik değeri olmayan Amerikalı bir uyuşturucu kaçakçısının kazdığı o lanetli sinemasal çukurdan çıkmak için otuz yıldır debelenip durduğumuz aklıma geldikçe, bu acı tekrar tekrar katlanarak artmakta...

Yıldım Bayezit, Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî, Fatih Sultan Mehmet, Ali Kuşçu, Mimar Sinan, Yavuz Sultan Selim, Kanunî Sultan Süleyman, 2. Abdülhamid Han, Mustafa Kemâl Atatürk, Adnan Menderes, Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek ve daha niceleri...

Türk tarihinin neredeyse her sayfası, sayıları düzinelerle ifade edilebilecek devlet adamı, bilgin, asker ve sanatçısıyla, birilerinin kameralarını o yöne doğru çevirmesini bekleyip duruyor 80 küsur yıldır...

Fakat, bizim daha dünyanın dört bir köşesine gururla pazarlayabileceğimiz bir “İstanbul''un Fethi” filmimiz bile yok. Tıpkı bir “Çanakkale Savunması” ya da “Kıbrıs Harekâtı” filmimiz olmadığı gibi...

Bir de sinema tarihine dönüp bakın Allah aşkına; bugüne kadar Amerikalılar kaç tane Pearl Harbour ve Normandiya, Ruslar kaç tane Stalingrad hikâyesi anlatmışlar beyazperdede?

Türkiye''de devletin sinemayı küresel bir tanıtım ve propaganda aracı olarak kullanma noktasındaki o baygınlık veren vizyonsuzluğuna, bir de toplumun sayısal açıdan en kalabalık dilimini oluşturan milliyetçi-muhafazakâr kanadın aynı sektöre yönelik dehşet verici ilgisizliği eklenince, ortaya “tadından yenmeyecek bir yavanlık” çıkıyor.

Bu konudaki bitmez tükenmez duygusal huzursuzluğum ve reel karşılığı olmayan bazı çocuksu özlemlerim, geçen hafta ortalarında uzak bir diyardan, ta Mardin''den kalkıp İstanbul''da ziyaretime gelen sinemasever bir okurum vesilesiyle kimbilir kaçıncı kez depreşecekti.

Kızıltepe''de yaşayan Mehmet Nafi Atan, hayatının son bir yılında işini gücünü bırakmış ve kendisini bütünüyle senaryo yazmaya adamış idealist bir genç adam... Geçen cuma günü, gazetede sinema sayfamı hazırlarken, danışma bölümünden gelen bir çağrıyla binanın giriş kapısına indiğimde tanıdım onu. Koltuğunun altında kalınca bir dosyayla beni görmeye gelmişti. “Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri üzerine bir senaryo yazdım” dedi, “Yakın çevremdeki akraba ve arkadaşlarla, İstanbul''da öncelikle kimi ziyaret etmem gerektiği konusunda görüş alışverişinde bulunduğumda, çoğu kişi sizin adınızı işaret etti. Ben de bulduğum ilk otobüse binip doğruca İstanbul''a, size geldim.”

Bunları söylerken heyecandan sesi titriyordu Kızıltepeli konuğumun. Onun nazarında haddinden fazla abartılı biçimde konumlanmış biri olarak, bu pür-i pak güven duygusu karşısında ben de ister istemez bir şeyler yapma ihtiyacı hissedecektim. O gün ve ertesi gün üstüste iki kez biraraya gelerek, yazdığı senaryo hakkında uzun uzun sohbet ettik.

Dediği gibi, Bediüzzaman hakkında, onun Afyon Cezaevi''nde geçirdiği yaklaşık iki yıla odaklanan bir “dönem filmi” senaryosu yazmıştı. İlk anda bir sinema heveskârının samimi ancak alabildiğine amatör satırlarıyla karşılaşacağımı umarken, yanında getirdiği mavi klasörün sayfalarını çevirdikçe, senaryo tekniklerine harfiyen riayet edilerek yazılmış, en önemlisi de her satırına alınteri ve yürek konulmuş gayet sağlam bir çalışmayla karşı karşıya olduğumu fark edecektim.

Nafi kardeşim, öyle görünüyor ki, senaryoyu yazmak üzere bilgisayarın başına oturmadan önce, bu büyük İslâm âliminin hayatının ilgili dönemini tam bir kuyumcu titizliğiyle, enine boyuna araştırmıştı.

Onu, bu konuyla mutlaka ilgileneceğime ve senaryosunu ilgili adreslere ulaştıracağıma dair dostâne sözüm eşliğinde memleketine yolcu ettiğimden beridir de şu yalın soru beynimin içinde aralıksız çınlayıp duruyor:

Türkiye''deki dinî cemaatler arasında ciddiyeti, organizasyon disiplini ve sahip olduğu mâlî güçle öteden beri en ayrıcalıklı konumda bulunan Nur hareketinin mensupları, neden bugüne kadar Bediüzzaman''ın hayatını ya da en azından hayatının belli bir kesitini anlatan eli yüzü düzgün bir sinema filmine imza atmadılar?

Buna güçleri ya da yetenekleri olmadığı yönündeki üstünkörü bir cevabı ciddiye almak mümkün değil; çünkü Türk devleti dış temsilciliklerine antetli kâğıt yetiştirmekte zorlanırken, her yıl dünya çapında Türkçe Olimpiyatları düzenleyen, Zimbabveli kabile reislerinin oğullarına ya da Arjantinli bürokratların kızlarına her sabah Türkçe “İstiklâl Marşı” okutan bir topluluktan söz ediyoruz.

O hâlde, hayatının her dönemi apayrı birer filmin konusu olabilecek kadar ilginç olaylarla bezenmiş durumdaki “Zamanın Kutbu”, bu kesimdeki büyük sermaye sahiplerinin teşvik ve desteğiyle neden bir üstün yapım kapsamında gençliğe ve uluslararası kamuoyuna tanıtılmaz?

“Derin Devlet” mi durduracak böyle bir filmi? O “Derin Devlet”, önce rahmetli Adnan Menderes''e ve gelmiş geçmiş milliyetçi-muhafazakâr politikacılara habire hakaret edip duran “Hatırla Sevgili” gibi buram buram ajitasyon kokan solcu televizyon dizileriyle, 70''lerin ünlü Marksist siyasal eylemcilerini Cumhuriyet döneminin en büyük vatanseverleri olarak lanse eden sözde belgesellerle uğraşsın....

Bu ülkenin yetiştirdiği en büyük (ve neredeyse tek!) şairin Nazım Hikmet olduğu mesajını kitlelere pompalayıp duran, ortak bir sol ezberin tekrarlayıcısı türündeki filmlerden bıktık usandık artık...

Hâl böyleyken, sinema alanında Nurcular''daki bu garip tutukluk niye?

Bediüzzaman üzerine kaliteli ve sürükleyici bir sinema filminin, gösterime gireceği yılın bütün gişe rekorlarını altüst edeceğini öngörmek için müneccim olmaya gerek yok herhâlde...

Böyle bir film hiç kuşkusuz ki daha çekim sürecinden itibaren ortalığı yıkacaktır. Belki SİYAD''dan “yılın en iyi Türk filmi” ödülünü alamayacaktır, yönetmeni Cannes''daki o ünlü kırmızı halının üzerinde yürüyemeyecektir. Fakat, hayatında hiç sinemaya gitmemiş insanların bile gişelerin önünde kuyrukta bekleyeceklerini şimdiden görür gibi oluyorum. Onun -bırakın dirisini- ölüsünden bile korkanlar tarafından gece karanlığında tedirginlik içinde açılan mezarının görüntüleriyle başlayacak böyle bir filmin Türkiye''ye ve dünyaya anlatacaklarının farkında mıdır Bediüzzaman''ın yoldaşları?

Pekiyi ya, tıpkı “Çağrı”nın Anthony Quinn''inde olduğu gibi, onu dünya çapında tanınıp saygı uyandıran bir aktörün canlandırması durumunda bu yapıtın alacağı görünümü tahmin edebiliyor musunuz?

Ben, kendini en fazla ait hissettiği toplumsal çevrede bile derin bir yalnızlıkla boğuşan, maddî ve manevî gücü sınırlı bir adamım. Dolayısıyla, söz konusu alanda atabileceğim adımlar da son derece sınırlı. Ancak, buna karşılık, yüreği Bediüzzaman''ı anlatacak bir sinema filminin ateşiyle yanıp tutuşan Mardinli genç bir gönül dostum, olanca imkânsızlıkları içinde hiç üşenmeyip memleketinden kalktı, kapıma kadar geldi ve elime gayet derli toplu bir senaryo tutuşturdu. O yüzden, benim de bu coşkulu hayâli, -içinde bulunduğumuz koşullar her ne olursa olsun- Nur hareketi mensubu sermaye sahiplerine duyurmak ve böyle bir konuyu sayfam üzerinden gündeme getirmek boynumun borcudur. Dileyen yapımcı ve yönetmenlere Nafi kardeşimin senaryosunu elektronik posta yoluyla iletmeye de hazırım. Gerisi ise bu havadisi aldıktan sonra üzerine vebâl yüklenenlere kalmıştır.

Tıpkı bundan yaklaşık bir yıl önce, “
” başlıklı bir diğer yazımda, bu büyük bilgenin sinema sanatına bakışındaki o yüksek vizyonu ve esnekliği -yine kendi hayatından alınmış gerçek bir olay üzerinden- kitlelerle paylaşımımda olduğu gibi...

Bediüzzaman''ın hayatı ve mücadelesini yüksek bir sinemasal kalite eşliğinde beyazperdeye uyarlamak için, William Wallace''ın hayatını çekmeyi kendisine yıllarca dert edinip sonunda da bu rüyasını en etkileyici biçimde gerçekleştiren Mel Gibson''dan çok daha fazla sayıda gerekçeniz var sevgili Nurcu kardeşlerim...

Ve ondan daha fazla parasal gücünüz...

O hâlde niye duruyorsunuz?

Günün en önemli haberlerini e-posta olarak almak için tıklayın. Buradan üye olun.

Üye olarak Albayrak Medya Grubu sitelerinden elektronik iletişime izin vermiş ve Kullanım Koşullarını ve Gizlilik Pollitikasını kabul etmiş olursunuz.