Mülteci krizinin, tendeki bıçak yarası gibi Avrupa'nın kalbinde hissedilmeye başlamasıyla birlikte gündem değişti. Hükümetler bir yanda sınırlara tel örgüler çekmeye başlarken diğer tarafta AB standartları zorlanmaya başladı. Sınırlara örülen tel engeller Avrupa rüyasından kabusla uyanmak anlamına geliyor.
Tarihi sorudur; Türkiye Avrupa'nın bir parçası mıdır?
Jeostratejik zorunluluklar zaman zaman Türkiye'yi Avrupa'nın parçası gibi göstermeye zorladı. Osmanlı'nın Kırım Savaşı'ndan sonra Avrupa devletleri arasında kabul görmesi onun Avrupa medeniyetine ait olduğu anlamına gelmiyordu. Her ne kadar resmi olarak Fransa ve İngiltere Rusya'ya karşı bunu deklare etse de Osmanlı'yı ait olduğu topraklara göndermek için Avrupa'dan sürmeyi hiç bir zaman zihinlerinden çıkarmayacakladı.
Göçmen krizi tekrar Avrupa'nın Türkiye'ye nasıl bir yer biçtiğinin, nerede gördüğünün işaretlerini vermesi bakımından siyaset ve tarih laboratuarı işlevi görmeye başladı bile.
Öncelikle Türkiye Avrupa karşısında kendini nasıl konumlandırıyor sorusunu sormak daha anlamlı. Cumhuriyet ezberi,
doğu ile batı arasında bir köprü olduğumuz
yönündeydi. Ne doğuya ait ne batıya ama bir geçiş alanı olarak okunabilir. Kendini iddia olarak ortaya koyamayan arada kalmış ezik bir jeokültürel kodlama bu.
Avrupa'nın daha doğrusu Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye bakışı nedir? Avrupa medeniyet havzasının bir üyesi olarak tam üyeliğe hazırlanan bir ülke statüsü veren resmi söyleme inanan var mı? Bunun sağlaması için fazla kafa yormaya gerek yok.
Türkiye'ye Ortadoğu'dan gelen mültecilere karşı tampon bölge teklifini siyasi ve askeri zorlamaların gerektirdiği geçici bir zorunluluk olarak geçiştirebilir Türk seçkinleri, yöneticileri.
Doğu ve batı arasında köprü olmayı içselleştirenlerin bunun tampon bölge anlamına geldiğini düşündüklerini sanmıyorum.
Avrupa Birliği ile daha önce yapılan bir anlaşma ile, sınırdışı edilen göçmenler, iltica talebi reddedilen sığınmacıların Türkiye'ye gönderilmesi karşılığında serbest dolaşım hakkı vaadi alınmıştı. Türkiye'ye sürekli kapıda beklemesi ama uzaklaşmasını da istemeyen Avrupa Birliği bu durumda kapı dışı ettiği Ortadoğulu, Asyalılar için bir üs konumu vermiş oluyor. Bunun karşılığında elde edilecek serbest dolaşımın palyatif bir çözüm olarak katlanmaya değer görenler olabilir. Uzun vadede ise tıpkı Osmanlı'nın Avrupalılığı gibi resmi anlaşmanın yazılı olmayan kurallarını, bilinçaltını değiştiremeyeceğini bilerek adım atılıyor o başka.
Avrupa Birliği'nin mültecilere yönelik Türkiye ile işbirliğine girmek istemesinin pratik zorunluluklar yanında bilinçaltındaki bakışı yansıtan açıklama ve tutumlarla deşifre oluyor. Her ne kadar başta Almanya olmak üzere önemli AB ülkeleri kabul edecekleri mülteci sayısını yükseltseler de barbarlara geçit vermeyecek yeni Roma. Mesela Almanya alacağı göçmen sayısını değil sınırda işlem yapacağı insan sayısını açıklıyor. Bunun kaçta kaçını ve hangi kriterlere göre alacağı meçhul. Aslında her şey çok açık; ihtiyacı olan iş gücüne uygun ve o kadar sayıda insan alacak/lar.
Burada uygunluk kriteri sadece kalite veya eğitim şartları da değil. Aynı zamanda siyasal ve kültürel kriterler, kabul edilecek ülkeye dair o AB üyesinin stratejisi, siyaseti, nüfuz imkanları doğrudan belirleyici olacak. Elbette bu tür derin hesapları diplomatik dille kamufle etmesini gayet iyi biliyorlar. Her ne kadar alanda daha acemi, pervasız küçük devletler gizleme ihtiyacı hissetmese de. Malum bazı ülkeler sadece Hristiyan başvuruları kabul edeceğini açık biçimde beyan etti.
Bu beyan, niyet ve stratejik hesap karşısında Türkiye'nin işgale ettiği yer nedir sorusu nedense bu süreçte muhteşem bir sessizlikle karşılandı. Köprü mü tampon ülke mi?
Siyaset pratik sorunlara çözüm üretmektir. Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı mülteci baskısını Avrupalılara anlatması, birinci dereceden kendilerini ilgilendiren (çünkü hepsi AB'ye gitmek istiyor) ekonomik ve siyasi sorunun maliyetini üslenmelerini istemesi olayın bir boyutu.
Ancak bir medeniyet projesi iddiasındaki Avrupa'nın, evrensel standartlar vaaz eden AB'nin insanlık trajedisi karşısında takındığı iki yüzlü tavrın anlamı sorgulanmalıdır. Sadece Avrupa Birliğinin çifte standartlılığı değil, kendi medeniyetinden kaçan, batı medeniyet havzasına ait olduğumuza bizi telkin ve icbar eden egemenlerin tutumunu, zihniyet dünyasını da deşifre etmeli.
Avrupalılık br medeniyete ait olmaksa Türkiye bu medeniyetin neresinde? Değilse varoluş imkanlarımızı sağlayan kendi medeniyetimiz bugünün dünyasında bizim için ne anlam ifade ediyor. Köprü olmak aslında kendi olamamak demektir.
AB Türkiye'ye dair kültürel ve tarihsel bakışını deşifre eden tutumu; politik zorunluluk gibi görünen, kendi dışladıklarını Türkiye'nin içine almasını istemesiyle çok açık etti.