Şehzade Mehmet akşamı

00:003/06/2000, Cumartesi
G: 12/09/2019, Perşembe
Ahmet Rıdvan

Isparta dönüşü beni, politikanın fettan cilveleri yerine, tarihî bir medresenin kubbeleri altında, kalpleri okşayan bir mûsıkînin hassas iniş çıkışları karşıladı. Öyle oldu ki, aniden kendimi şehrin gürültülü anaforunun dışında buluverdim. Geniş avlusuyla, Şehzâde Camii''nin hemen arkasında, çoklarının kolay kolay farkedemediği Şehzade Mehmet Medresesi''nin uhrevî atmosferinde.Bir akşam sürpriziBu şehir zaten hep böyle!.. Yedi Tepe derler ama, siz onu yedi yüz çıkış, yedi yüz iniş kabul edebilirsiniz.

Isparta dönüşü beni, politikanın fettan cilveleri yerine, tarihî bir medresenin kubbeleri altında, kalpleri okşayan bir mûsıkînin hassas iniş çıkışları karşıladı. Öyle oldu ki, aniden kendimi şehrin gürültülü anaforunun dışında buluverdim. Geniş avlusuyla, Şehzâde Camii''nin hemen arkasında, çoklarının kolay kolay farkedemediği Şehzade Mehmet Medresesi''nin uhrevî atmosferinde.

Bir akşam sürprizi

Bu şehir zaten hep böyle!.. Yedi Tepe derler ama, siz onu yedi yüz çıkış, yedi yüz iniş kabul edebilirsiniz. Orada her yükseliş bir sürprize, her iniş veya kıvrılış da bir şehrâyine kapı aralayabilir. Ya da sağınızdaki yaşlı çınarlar sizi, tabiatın ve tarihin pencerelerine varıp dayandırırken, öbür yanınızda çağdaş Türkiye''nin övüncü üretici sınıfların hummalı gayretine şahit olursunuz. Bazan da alır yolunuz, ansızın Boğaz''a veya Marmara''ya alır götürür sizi. Ya da yürüdüğünüz yollar, birbirine karışmış bir iplik yumağına dönüşür, şaşar kalırsınız. Yani bu şehrin her tarafı sürprizlerle dolu vesselâm.

İşte böyle bir günün akşam üzeri; biraz yorgun, biraz mutmain bir halde, şehrin asıl mâneviyatını ören seslerin kucağında buluverdim kendimi.

Önce Salim Bey''den bir Hicaz humâyun peşrev!.. O kadar yumuşak, o kadar tabiî ve kendiliğinden bir akış halinde, durmaksızın kayıyor sesler. Sanki bir terapi seansı. Daha o anda, güne âit ne varsa içinizde, dışınızda hepsi uçuşmuş. Sonra daha, daha güzel sesler: "Firkatin aldı bütün neşve-i tab''ını bu gece", "Yıllar ne çabuk geçti o günler arasından/Bir tel saç kaldı bütün hatırasından", "Dil yâresini andıracak yâre bulunmaz", "Sevdiğim zülfünü kimler tarıyor", "Acaba sen misin kederin var mı/Ne kadar dertliyim haberin var mı?" şeklinde, romantik dönemlerimize ait şarkılar sağnak gibi akıyor, akıyor.

Ne kadar güzel şarkılar, ne kadar güzel sesler? İçimizde yıllar, yıllar var ki bastırdığımız ve kimselere itiraf edemediğimiz en mahrem hislerimiz, o anda tekrar bizi ziyarete başlıyor. Herkeste biraz melâlli, biraz da yüksek hazlarla meşbû yüz ifâdeleri.

O sıra, bu mûsıkî atmosferinde bulunanlar, hiç kuşkusuz, resmî mansıp ve hüviyetlerinin dışına çıkmış vaziyetteler. Bir güzelliğin huzurunda içtimâî, siyasî ve ekonomik hiyerarşilerin bir değerinin bulunamayacağını idrak ile; bütün yüzlerde bir mahfiyet, her bir kalpte de birbirine, mûsıkînin hararetine eş yakınlıklar okunuyor:

"Acaba şen misin, kederin var mı/Ne kadar dertliyim haberin var mı?" Kime, ne için, hangi sebepten bilmiyoruz. Sesler âdeta yakarıyor. Sevdiğimize, sevdiklerimize, kendimize, içimize uzanıyor bu sesler. Bu melûl-mahzûn yakaran seslerde kimin, hangi muradı gizli? Güfteyi yazana mı (O. Seyfi Orhon), besteyi yapan kişiye mi (Bimen Şen), yoksa bu dinleyen ve mûsıkîyi o anda icra eden saz heyetine mi? Ya da İstanbul Radyosu''nun değerli neyzeni Ahmet Şahin''e mi, Fatih Camiinin ser-müezzini Hafız Zekeriya Polat''a mı? (Şarkıları onlar okuyordu çünkü) Kime âit, kimin ermemiş muradına iştirak ediyoruz biz o anda?

XIX. yüzyıl romantizmi

Aslına bakılırsa, biz ne toplum olarak, ne de klasik sanatlarımız itibariyle, beşerî hislerimiz üzerine bu kadar eğilmezdik. Yani müzik olsun, nesir veya şiir olsun, isterse bir minyatür; beşeri hislerimizden yola çıkan bir sanat kurmazdık. Eski klâsik insanın duygu dünyası, çektiği acılar, ulaştığı yüksek mutluluklar hep örtük kalır, bastırılır, ne kadar esef etsek yeridir, hiç yazılmamış olarak kalırdı. Bu klasik girdabın bütün şartlarına uysa da; Ali Ufki''den tezahür eden insanî/beşerî melâli benim asla unutmam mümkün değil. Daha onyedinci yüzyılda, ne kadar gizlenmeye çalışılırsa çalışılsın; bir aşk nasıl kendini ele verirse, ondaki bir acı da bütün klasik duvarları aşmasını öyle bilirdi. Örttükçe, gizlemeye çalıştıkca âyân olan bir şeyler yani.

İşte ondokuzuncu yüzyıl başlarından itibaren uğradığımız büyük mağlûbiyetlerin tesiri ile mi, yoksa batıdan gelen romantizm cereyanı dolayısıyla mı bilmiyorum; belki asırlardır içimizde bastırdığımız ne kadar his, heyecan, ıstırap, melâl veya mahzuniyet varsa, bu şarkılardan gür çağlayanlar gibi boşalmaya başladı. Hislerimizi âşikâr etmek, birileriyle paylaşmak, saçıp dağıtmak!.. Kırılmış kalpler, münkesir gönüller, murada ermemiş aşklar!.. Yolun iniş çıkışlarında ve nihayet daha ondokuzuncu asır ortalarında varıp kapısına dayandığımız çağdaş melodramlar!..

Siyasetin arabeski/Arabeskin siyaseti

Yani öyle bir merhaleye erdik ki, sanatta olsun, siyasette olsun; insanı yücelten, yaşadığı şartların üzerine yükselten aşklardan ziyade; insanın etrafında çaresizlik girdapları ören, toplumu boğan, perişan eden aşağılık bir tükenmişliğe sürüklendik, teslim olduk.

Şimdi etrafımızda dönüp dolaşan arabesk şarkılar, ne idüğü belirsiz melodramlar var ya; şikâyetlerinin sonu hep bir çaresizliğe varıp dayanan siyasal söylemler de aynen onlar gibi!.. Durmaksızın ağıt ve çaresizlik üretiyor, insanı bezgin kılıyor, tüketiyorlar.

Halbuki ne hayat, ne toplum, ne de din öyle demiyor bize.