18 Nisan
seçimlerinde ortaya çıkan tablo ve yemin töreni esnasında yaşanan gerilimde gösterilen tepkiler, Türkiye'de siyasi kültür zemininin kayganlığını ve partilerin bu kayganlık içinde sık sık yüzleşmek zorunda kaldıkları bir tür geleneksizleşme ve kimliksizleşme problemlerini bir kez daha ortaya koydu. Bu seçimleri ve sonrasında yaşananları bundan bir asır sonra yorumlayacak olanlar bu gelişmeleri bugünün konjunktürel atmosferinin getirdiği hissi tavırlar çerçevesinde değil, siyasi kültür ve kurumlaşmamızın uzun dönemli bunalımları çerçevesinde ele alacaktır. Toplumun siyasi katılımının ve millet egemenliğinin ana kurumu olan Meclis ile bundan bir asın aşkın bir süre önce içinde bir çok dini inancın temsilcilerinin kendi kimlik ve kisveleri ile yer aldığı 1876 Medis-i Mebusanı ile tanışan bir toplumun siyasi kadrolarının bu tecrübeden yüz yılı aşkın bir süre sonra toplumdaki hanımların büyük çoğunluğunun kullandığı başörtüsüne tahammül edemez bir tavır sergilemeleri sıradan bir siyasi kutuplaşma olgusunun ötesinde değerlendirilmek zorundadır.
Son gelişmelerin Türkiye'nin siyasi kültür ve kurumlaşması açısından ortaya koyduğu en çarpıcı tablo siyasi partilerin siyasi söylemlerine yansıyan konjunktürel etkilerdir. Son yıllarda siyasi partiler kısa dönemli dalgalanmalarla eksen değiştirebilen son derece esnek ve pragmatik bir tavır sergilemeyi yaygın bir siyasi davranış biçimi olarak benimsemektedirler. Daha önce genellikle seçim öncesi ve sonrası, muhalefet ve iktidar dönemlerinde görülen söylem ve tavır değişiklikleri bugün medyanın da artan etkisiyle neredeyse günlük denebilecek borsa dalgalanmalarını andıran bir nitelik kazanmış durumdadır. Siyasi aktörler belirli bir konuda tavır belirlerken Ankara'daki elit-içi güç ekseni kaymalarını, medyanın dayanılmaz cazibesini, kendi kısa dönemli taktik çıkar hesaplarını neredeyse değişmez parametreler olarak belirlemekte ve kendi tavırlarını bu parametrelere göre her an değişebilir bir konumda tutmayı siyasi beceri olarak göstermektedirler. Türk siyasi hayatının doğal yelpazesini yok eden ve uzun dönemli toplumsal dokuların siyasete yansımalarını engelleyen bu durum partilerin köklü bir kurumsallaşma gerçekleştirebilmelerini güçleştirmekte ve siyaset dışı kalması gereken aktörleri siyasetin içine çekmektedir. Merkez sağ partilerin son üç seçimdir sürekli bir düşüş yaşıyor olmaları bu konjunktürd siyaset anlayışının bir tür "kimliksizleşme" ve "omurgasızlaşma'ya dönüşmüş olmasındandır.
Parlamenter sistemin mantığı ve siyasi partiler
Parlamenter sistemlerin siyasi partilerin temel rolü toplumsal taleplerin siyasi sisteme yansıtılması ve siyasi iktidarın bu taleplerce yönlendirilmesinin sağlanmasıdır. Bu nedenledir ki, parlamenter sistemde siyasi partiler güçlerini ve meşruiyyetlerini siyasi sistemin idari aygıtından yani merkezi elitten ve bürokrasiden değil, halkın bu taleplerini dile getirme işlevinden alırlar. Toplumların farklılaşması kaçınılmaz olduğu için farklı toplum kesimlerinin taleplerini dile getiren siyasi partiler aynı zamanda o toplumun siyasi yelpazesinin konuşlanış biçimini de belirlerler. Toplumsal taleplerin keskinleşmesi ve siyasi yelpazenin buna paralel olarak radikalleşmesi siyasi sistemde kutuplaşma doğururken, toplumsal talepleri hiçe sayan bir tavırla siyasi partilerin siyaset dışı araçlarla sürekli denetim ve baskı altında tutularak kısa dönemli tavır değişikliklerine zorlanması parlamenter sistemi anlamsızlaştırır.
Köklü parlamenter sistemlerde ne siyasi kutuplaşmayı getiren bir talep katılığı, ne de toplumsal taleplerin önünü tıkayan ve sistemin temsil kabiliyetini yok eden medya-eksenli ve siyaset-dışı bir yönlendirme söz konusudur. Siyasi partiler siyasi meselelerde tavır belirlerken sermaye bağlantıları dolayısıyla zaten çok sınırlı bir kesimin taleplerini sistem-dışı araçlarla dillendiren medyanın günlük kamuoyu oluşturma gücüne değil, kendilerini siyasi sisteme taşıyan toplumsal kesimlerin taleplerini ve kendi siyasi çizgilerindeki tutarlılığı esas alırlar. Bu da hem siyasi partilerin kurumsallaşmasını, hem siyasi yelpazenin oturarak siyasi istikrarın sağlanmasını, hem de toplum-siyaset, millet-devlet ilişkisinin sağlıklı araçlarla kurulmasını temin eder. Almanya'nın siyasi kültürü açısından son derece hassas olan göçmen işçilerin vatandaşlığı konusunda Sosyal Demokrat ve Hristiyan Demokrat Partilerin tavırlarındaki süreklilik bu açıdan ilginç bir misal teşkil etmektedir.
Türkiye'nin son on yılda yaptığı her seçimde farklı bir siyasi partinin en büyük parti niteliği ile seçimden çıkması ve bu niteliğe rağmen siyasi söylem ve uygulamalarında bir iç tutarlılık yakalayamaması Türkiye'deki parlamenter sistem uygulamaları ve partilerin bu uygulamalar içindeki konumlarını değerlendirebilmek açısından büyük bir önem taşımaktadır. Siyasi partiler, maalesef, toplumsal talepleri siyasi sisteme taşıyan etken aktörler konumunda değil, sistem-dışı aktörlerin ve elit-içi güç çekişmelerinin her an kullanılabilir araçları konumuna getirilmiştir.
Başörtüsü meselesi ve DSP'nin tavrı
Başörtüsü konusunda yaşananlar bu genel zaafın çarpıcı bir uzantısıdır. Bu çerçevede birbiriyle zıtlaşmakla birlikte FP ve DSP'nin tavırları toplumsal taleplerin iki farklı yönünü temsil etmekle anlamlı bir yere oturmaktadır. Böylesi bir konuda farklı siyasi tavırların olması ve bu tavırların parlamentoya yansıması normaldir. Normal olmayan şey, bu farklılığın parlamento çatısı altında dile getiriliş üslubudur. Özellikle, Türk siyasi hayatının duayenlerinin başında gelen Bülent Ecevit'in sergilediği tavır, kendi mantığı çerçevesinde değerlendirirsek, dünyadaki parlamenter sistem uygulamalarındaki teamüllere de, bütün aksaklıklara rağmen Türkiye'de süregelen Meclis-içi usul uygulama teamüllerine de aykırıdır. İngiliz parlamentosunu basan Cromwell edasıyla yetkisiz ve başkandan izinsiz bir şekilde kürsüye d koyan, "Devlet benim" diyen Fransız kralı 16. Loius edasıyla "devletin ruhunu ve ona meydan okuyan düşmanlarını" tanımlayan, muhaliflerini giyotine gönderen Jakoben Robespierre tavrıyla toplumsal temsil ve meşruiyyet statüsü itibarıyla kendisinden hiç bir farkı olmayan bir başka milletvekilinin "haddinin bildirilmesi" için Meclis çatısı altında talimatlar veren bir tavır en basit şekliyle bile parlamenter sistemin ne ruhuna ne de teamüllerine uygundur. Siyaset-dışı aktörlerin ve medyanın kendisini bir kahraman olarak takdim etmesi artık olgunluk çağını yaşamakta olan ve entellektüel kimliği ile tebarüz etmiş olan Sayın Ecevit'i aldatmamalıdır. Cromwell, 16. Louis ve Robespierre de o tavırları sergilediklerinde çevrelerinde güçleri sarsılmaz lider imajı uyandırmışlardı; ancak tarih onlara uzun dönemde de olsa objektif hükmünü vermekte gecikmedi.
Bugünün konjunktürel atmosferi geçip de Türkiye'nin doksanlı yılları soğukkanlı bir şekilde değerlendirildiğinde Türkiye'de divan ve oturum usulüne aykırı iki olay zihinlerde canlanacaktır: MHP kongresinde gençliğin verdiği heyecanla divanı işgal eden gençler ve Sayın Ecevit'in TBMM'ndeki tavrı. MHP kongresinde gençlerin tavrı muhtemelen Sayın Bahçelinin tekrar normal kongre ile partinin başına geçmesini sağlayan sonuçları da gözönüne alındığında mazur görülecektir; ancak olgunluğun zirvesinde bir siyasi liderin sergilediği fevri ve usul-dışı tavır Türk siyasi hayatının hafızasında hep bir talihsiz iz olarak kalacaktır. Sayın Ecevit'e oy veren ve vermeyen başörtülü ve başı açık herkesin ondan beklediği tavır, çok daha genç yaşlarda Yunanlılara gösterdiği evrensel kardeşlik hissini ve yakın zamanda Apo'nun yakalanması sonrasında eli kanlı bir teröriste gösterdiği objektif/formel hukuk tavrını kendi kıyafetini seçme hakkı gibi evrensel hukuk normuna ve milletvekili olma gibi temel vatandaşlık normuna sahip genç bir hanıma karşı da göstermesidir.
Başörtüsü ve millîyetçi-muhafazakar söylem
Sayın Ecevit'in usul aykırılığına rağmen tavrını anlamak mümkündür. Ancak, MHP, ANAP ve DYP'nin tavrını toplumsal taleplerle siyasi sistem arasında sağlıklı bir köprü rolü oynaması gereken siyasi partilerin yelpaze içindeki konumu açısından anlayabilmek çok güçtür. Sosyo-kültürel bütün göstergeler açık bir şekilde ortaya koymaktadır ki, başörtüsü iddia edildiği gibi küçük bir ideolojik azınlığın simgesi değil, son derece tabii şartlarda ortaya çıkmış ve birey bilinci ile bütünleşmiş bir inanca dayanan güçlü bir toplumsal taleptir.
Bu konuda konjunktürel ve belirsiz tavırlara yönelmek parlamenter sistemin temsil kabiliyeti açısından da partilerin dayandıkları toplum kesimleri üzerinde kurumsallaşması açısından da mümkün değildir. Ya bu talebi bir şekilde siyasi sisteme yansıtacaksınız; ya da bu talebe karşı bir konum belirleyeceksiniz. Ancak, bu konuda yaptığınız her tercihin bir sosyo-politik kitle yansıması olduğunu da kabul edeceksiniz. Türk siyasi hayatının merkez sağında restorasyon rolü üstlenmeye çalışan partilerin temel açmazı bu belirsizlikte yatmakta ve bir anlamda kendilerini kitle talebi ile siyaset-dışı aktörlerin kıskacında hissetmektedirler. Türkiye'de merkez sağın da, milliyetçi-muhafazakar siyasi söylemin de siyasi yelpaze içinde tekrar anlamlı bir yere oturması çok yönlü bir iç sorgulama ve yenilenme ihtiyacını kaçınılmaz kılmaktadır.
#Parlamenter sistem
#siyasi omurgasızlaşma
#Başörtüsü ve millîyetçi-muhafazakar