Bir
şehrin silueti kamusal alana hakim olan kültürün bir yansıması mıdır? " Dün, vapurla Eminönü'nden Üsküdar'a geçerken tarihi yarımadanın silueti bütün haşmetiyle gözümüzün önüne serildiğinde bu soru özel bir anlam kazandı.
Kamusal alanı
hukuki/resmi bir çerçevede,
özel alanı
da kültürel/kişisel bir çerçevede tanımlayan ve bu iki alanı birbirinden
kategorik olarak ayıran anlayışın onulmaz çelişkisi
ni ortaya koyan bir soru bu.
Öyle ya İstanbul şehri sadece namaz kılanların özel alanı olmadığına ve ateistlerin de içinde bulunabileceği bir çok unsur için de ortak bir kamusal hayat alanı oluşturduğuna göre
şehrin siluetine damgasını vuran
ve şehre bir tür dini
kimlik kazandıran
muazzam kubbeler ve minareler aslında bir dini/kültürel kimliğin diğerleri üzerinde bir tür dayatması değil midir? Bugün sosyal hayata yansıyan her tür dini kimlik belirtisinin bir tür
ayrımcılık ve ideolojik simge
olduğunu iddia eden yaklaşım sahipleri, yarın aynı mantık içinde, ortak kamusal alanın ürünü olan şehir siluetlerine yansıyan dini simgelerin de aynı kategoride değerlendirilmesi gerektiğini iddia ederlerse
ne diyeceğiz?
Başörtüsünün bir ortaçağ görüntüsü olduğunu iddia edenler yarın İstanbul şehrinin siluetini belirleyen selatin camilerin muazzam kubbelerinin ve minarelerinin de çağdaş bir dünya şehri olması gereken İstanbul'a bir ortaçağ görüntüsü verdiğini iddia ederek bu tepelerde gökdelenler inşa etmeye kalksa
pozitivist/dogmatik sekuler anlayış
içinde tutarsız olurlar mı?
Bu kadarı da olur mu demeyin. Resmi/hukuki kamusal alan ile özel kişisel/kültürel alanı katevgorik olarak ayıran
Enver Hoca ve Stalin sekularizmi mabetsiz şehirler
inşa etmeyi başarmıştı. İşin ilginci bunu yaparken kişilerin özel hayatlarındaki dinlerine karışmadıklarını da iddia etmişlerdi. 19. yüzyılda Fransa'da yaygınlık kazanan
sekuler dinler
de mabetlere alternatif olarak bilim tapınakları kurmayı planlamış ve bu bilimsel/dini dogmatizmin aydınlanmış insanlığın yeni hayat tarzı olacağını ileri sürmüşlerdi. En yakından yaşadığımız tecrübe olarak müslümanların sünnet ve bayram vesilesi ile toplu merasimler yapmasını özel hayat içinde kalması gereken dini pratiklerin toplumsal alana sıçraması olarak gördüğü için yasaklayan
Jivkov
, böylesi bir kategorik ayrım zihniyetinin uzantısı değil miydi?
Bu düşünce biçimlerinin iflası insan tabiatına aykırı bir
ütopya
yı hayata geçirme çabası yüzündendir. İnsan birinin varoluşunu anlamlandıran dini/felsefi kültür unsurlarının mekanik ve kategorik bir şekilde evlere ve özel alanlara hapsedilebilmesi mümkün değildir. Aslında, din ve vicdan özgürlüğü de, farklı inançlara sahip kişilerin bu inançların gereğini sadece özel alanlarda değil kamusal alanda da birbirini rahatsız etmeden ve biribirine dayatma yapmadan yapabilmesi demektir.
Özel alanlarla sınırlandırılmış bir özgürlük,
"özel"
kavramının da
"özgürlük"
kavramının da ruhuna aykırıdır. Özgürlük sosyal alanda ilişkiseldir; yani karşılıklı güç kullanabilecek en azından iki unsurun varlığını gerektirir. Bu unsurlar karşılıklı olarak güç kullanabilecekleri halde bu kullanımdan vazgeçerlerse her iki tarafında karşılıklı olarak tanıdığı bir özgürlük alanı ortaya çıkar. "Özel" ise yalnız olmayı gerektirir ve zaten bireyin yalnız olduğu bir alanda toplumsal anlamda bir
özgürlük problemi
olmaz. Bir soyutlama ile ifade etmek gerekirse bir adada yalnız yaşayan
Robinson
'ın sosyal ve hukuki bir özgürlük problemi yoktur ve olamaz. Olsa olsa kendi içinde nefsi ile ilişkisinde psikolojik ve felsefi bir özgürlük problemi olabilir ki, onu da herhangi bir hukuki, siyasi ve sosyal bir çerçeve içine indirgeyebilmek mümkün değildir.
İslam ve batı düşüncelerindeki özgürlük probleminin önemli ayrım noktalarından biri tek bir insanın özgürlüğü meselesidir. Bu daha geniş bir çerçevede ele alınması gereken başka bir konudur. Batı düşüncesine de önemli etkiler yapmış olan
Endülüs
'ün zirve filozoflarından
İbn Bace
'nin
Tedbir el-Mutavahhid
isimli eseri bu konuda ilginç unsurlar ihtiva etmektedir. Özgürlük meselesi batıda güç ve ilişki boyutlarını ihtiva ettiği içindir ki,
Hobbes
toplum sözleşmesinin temeline insanın en özel yanı kendi varlığıdır. Bu varlığa yönelik bir dış tehdit doğduğunda bir özgürlük problemi de tabii olarak ortaya çıkar. Siyasal düzen bu özgürlük problemini çözdüğü ölçüde meşruluk kazanır.
Hiç bir siyasal sistemin meşruiyyeti özel alanlardaki özgürlük ya da egemenlik meselesine dayandırılamaz. Dolayısıyla özel alanda özgürlük verildiği iddiası aslında özgürlük kavramının hiç anlaşılmamış olduğundan başka bir şeyi de göstermez. Düşünce de tamamıyla kişiye ait özel bir alanı ilgilendirdiği için sosyal düzenlemenin ve siyasi gücün belirleme alanı içine alınamaz.
Düşünce özgürlüğü
nün mutlaklığı düşüncenin pür özel bir alanda üretilebilir olmasındandır.
Özel alanlarda bir
özgürlük ve egemenlik
meselesinin olabilmesinin tek istisnası kölelik sistemidir.
Kölelik sistemi
nin tarihi uygulamalarında kölelerin özel alanları da sahiplerinin, dolayısıyla da bu sahiplerin belirlediği siyasal/sosyal düzenlerin, tanım ve güç uygulama kapsamına girmekteydi.
Ortaçağ
da aristokrat beylerin, o dönemde hukuki norm haline gelmiş olan "
ilk gece hakkı
" çerçevesinde, yanlarında çalışan serflerin evlendikleri gece hanımlarına el koymaları bunun en çarpıcı misalini oluşturur. Özel alanın en mahrem yönünü oluşturan
evlilik ilişkisi
ne üçüncü bir unsurun girmesini gösteren bu misal, özel alanların güç ve egemenlik konusu olmasının ancak köleci ve ilkel toplumlarda olabileceğini göstermektedir.
Uygar toplumlarda kimse özel alanlarda söz konusu olan hareket ve düşünce serbestliğini bir özgürlük gibi takdim edemez.
Sömürgeci devletler bile sömürgeleştirdikleri Müslüman toplumlarda dini kimlik ve simgelere müdahale etmemişlerdir
. Bütün yıkıcı sömürgeci faaliyetlere rağmen İngilizlerin Hindistan'da, Fransızların Cezayir'de dini alana girmemeye özen göstermeleri ilgi çekicidir. Fransızların Kahramanmaraş'ta olduğu gibi müdahale ettikleri anlarda da çok ciddi tepkiler sözkonusu olmuştur.
Son günlerde medya tarafından fütursuzca yaygınlaştırman dini simgelere yönelik tahkir edici tavrın toplumsal vicdanı sarsması ve kollektif aklı dumura uğratması
ciddi riskler
barındırmaktadır. Bugün artık meseleyi tahkir edici
sloganik
bir düzeyde değil, soğukkanlı ve derinlikli bir zeminde tartışmak zorundayız. Bu bunalım dönemini ufuk açıcı bir iç sorgulamaya dönüştürebilirsek gelecek nesillerin de önünü açmış oluruz. Yoksa, nasıl
toplumsal kültür
ve
ortak bilincin mimari estetiğe dönüştüğü şehir
siluetlerini değiştirebilmek mümkün değilse, kişisel inanç bilincinin sosyal davranış formuna dönüşebilmesini de katı hukuki sınırlamalarla ve yasaklarla önleyebilmek mümkün değildir.
#Özel alanlar
#Özgürlük ve egemenlik
#Düşünce özgürlüğü