NATO'nun yeni stratejisi ve Türkiye

00:0028/04/1999, Çarşamba
G: 13/09/2019, Cuma
Ahmet Davutoğlu

NATO
'nun, 50. kuruluş yıldönümünde bir yandan yeni ülkeleri bünyesine katarak genişlemesi diğer yandan yeni bir stratejik misyon tanımlaması ile derinlemesine bir sorumluluk alanı kazanması, ABD'nin kendi denetimindeki uluslararası kurumlan ve ittifak yapılanmalarını Soğuk Savaş sonrası şartlara intibak ettirme çabasının bir sonucudur. Uluslararası sistem içinde hegemonik bir güç olarak yükselmesini bu kurumlara ve ittifak yapılanmalarına borçlu olan ABD, aynı araçları Soğuk Savaş sonrası dönemin dinamik şartlarına uyumlu hale getirmeye çalışmaktadır.


Amerikan stratejisi ve NATO


ABD'nin II. Dünya Savaşı sonrası sistemin hegemonik gücü haline getiren temel unsur, uluslararası hukukun ve bu hukuku hayata geçiren uluslararası kurumların, bu ülkenin siyaset yapımcıları tarafından son derece etkin bir şekilde kullanılmış olmasıdır. BM'in oluşumu Avrupa-merkezli sömürgeci sistemin dağılması süreci ile koşut bir şekilde gerçekleştirilirken, IMF ile uluslararası finanstaki sterlin ve frank bloktan dağıtılarak Amerikan Doları dünya finans sisteminin merkezine oturtulmuş; dünya ticaret sistemini yeniden düzenleyen GATT ile ticari akış, Dünya Bankası ile de kalkınma programlan Amerikan-eksenli bir sistem yapılanmasının temel araçları haline getirilmiştir. Dolayısıyla güç merkezinin Avrupa'dan Atlantiğe kaydırılması da, ABD'nin önceki dönemin Avrupa-eksenli sömürgeci güçlerini ikame -başka bir deyişle de ekarte- ederek uluslararası sistemin en belirleyici aktörü haline gelmesi de, uluslararası hukukun ve uluslararası kurumlar bütününün eseridir. Gerek siyasi gerekse ekonomik güç merkezlerinin Atlantiğe doğru kayması buna paralel organizasyonların ve hukukun devreye sokulması ile gerçekleştirilmiştir.


NATO, bu çerçevede, Avrasya ana kıtasının uzağında büyük bir ada-kıta devleti konumundaki ABD'nin, II. Dünya Savaşından Avrasya anakıtasının merkezi gücü olarak çıkmış bulunan SSCB'ni çevreleyerek denetim altına alma politikasının Avrupa ayağı olarak kurulmuştu. Daha sonra CENTO ve SEATO'nun da devreye sokulması ile SSCB Norveç'ten Uzak-Doğu'ya kadar uzanan bir hat üzerinde kuşatılarak denizlere ulaşmasının önüne geçilmeye çalışılmıştır. Soğuk Savaş süresince denizlerden uzak engin bir step devleti niteliğinden kurtulamayan SSCB, askeri-nükleer gücünü ekonomi-politik güç ile destekleyebilme kabiliyetini kaybettikçe çift-kutuplu sistemin karşı gücü olma özelliğini de yitirdi.


Soğuk Savaş sonrası dönem ve NATO'nun yeni misyon arayışı


Soğuk Savaş sonrası dönemde Varşova Pakti'nın dağılması, varoluş gerekçesini bu paktın Avrupa'daki muhtemel yayılmasını durdurma üzerine oturtmuş olan NATO için de bir kimlik ve misyon tanımlaması problemini doğurdu. Berlin Duvarı'nın yıkılmasının getirdiği iyimser hava o günlerde yaygınlaşan Yeni Dünya düzeni söylemi NATO benzeri askeri ittifak örgütlenmelerinin rolünün azalacağı yönündeki iyimser projeksiyonlara yol açtı. Bu iyimser projeksiyonların sahipleri NATO'nun misyonunun daraltılarak zamanla AB'nin kendi bağımsız savunma yapılanmasını kurdukça devre dışına çıkacak bir geçiş dönemi örgütü niteliği kazanmasını öngörüyordu. Buna karşılık daha realist bir yaklaşım sergileyenler NATO'nun misyonunu askeri nitelik taşımayan tehditlere de cevap verecek şekilde genişletilmesinin kaçınılmaz olduğu kanaatini vurgulayarak bu örgütün Avrupa-eksenli caydırıcı niteliğinden küresel misyonlara sahip aktif bir güç haline dönüşmesinin önünü açmaya çalışıyorlardı.


1991 Roma zirvesinden çıkan yeni stratejik konsept bu farklı görüşlerin gölgesinde şekillendi ve NATO'nun yeni misyonunu dört ana noktaya indirgedi: (i) Avrupa'da demokratik kurumların gelişmesi ve anlaşmazlıkların barışçıl yoldan çözümlenmesine dayanan istikrarlı bir güvenlik ortamının sağlanması; (ii) üyelerin güvenliği açısından risk oluşturması muhtemel gelişmeler konusunda gerekli koordinasyonu sağlayacak bir Atlantik-ötesi forum niteliği kazanması; (iii) NATO üyesi devletlere yönelik bir saldın tehdidine karşı ortak savunma ve caydırıcılık görevinin yerine getirilmesi; (iv) Avrupa içindeki stratejik dengenin muhafazası.


Bu temel hedefler arasında en önemlisi olan Avrupa içindeki stratejik dengenin muhafazası meselesi aynı zamanda NATO'nun önemli aktörlerinin bu örgüte bakış tarzlarını da yansıtmaktaydı. NATO'yu yeni uluslararası konjunktürde de Atlantik ötesi etkinliğinin en temel araçlarından biri olarak gören ABD örgütünün yeni bir yapılanma ile uluslararası düzenin fiili garantörü konumuna getirmek isterken başta Almanya olmak üzere AB'nin kıta ülkeleri siyasi yükümlülükler içermeyen ve AB'nin hareket alanını daraltmayan bir yapılanma hedeflemekteydi. İngiltere ise bu iki farklı bakış açısının dengeleyicisi olarak ABD'nin yanında yer almaya devam etti. Kıta içinde artan Alman etkisi, İngiltere gibi ülkeleri NATO'nun etki alanının genişlemesi alternatifini öne çıkarmalarına yol açtı.


1991 Roma zirvesindeki "Avrupa içindeki stratejik dengenin" muhafaza edilmesi hedefinin temel varsayımı böylesi bir statik dengenin varlığı idi. Halbuki o zirveden 1999 Washington zirvesine kadar geçen sekiz yıllık süre Avrupa'daki stratejik dengenin dinamik bir hüviyet kazandığını gösterdi. Bosna ve Kosova bunalımlarının aldığı seyir ve bu seyir içinde NATO üyesi ülkeler arasında çıkan görüş farklılıkları stratejik dengenin farklı yorumlanmakta olduğunu ortaya çıkardı.


Avrupa-içi mekanizmaların Bosna bunalımında sergilediği zaaf ve irade yetersizliği ve Batı Avrupa Birliği'nin gelişmesinin yavaşlığı Avrupa'daki dinamik stratejik denge değişmelerinin ancak ve ancak NATO tarafından geniş çaplı bir savaşa yol açmadan kontrol altına alınabileceği doğrultusundaki görüşleri güçlendirdi. Son Washington zirvesinde NATO'nun misyon derinliği kazanması konusunda ciddi bir muhalefetin görülmemesi son sekiz yıl içinde yaşananların böylesi bir stratejik tanımlamayı yeterince meşru kılmış olmasındandır. Ya da olayı denklemin diğer tarafından değerlendirirsek, belki de bunalımlara yönelik müdahalelerin sürekli gecikerek gerçekleştirilmiş olması böylesi bir meşruiyyet zemininin oluşması arzusundandır. Son Kosova bunalımındaki zamanlama ve operasyon kapsamı da bu konuda ilginç unsurlar ihtiva etmektedir.


Washington zirvesi ve Türkiye


Son zirve Türkiye açısından da son derece önemli bir kavşak oluşturdu. Son iki yıl içinde bir çok yazıda vurgulamaya çalıştığımız gibi Türkiye-NATO ilişkilerinin en kritik yönü Türkiye'nin NATO'nun yeniden yapılanmasında alacağı rol ve bu rolün getireceği sorumluluklar ile ilgilidir; çünkü birçok NATO üyesi ülke hala Türkiye'yi bir straetjik ortak olarak değil, ucuz insan gücü icab ettiğinde kullanılabilecek bir destek stratejik kaynak gibi görmekte ve Türkiye'yi Avrupa içinde müdahil bir konumda tutmaktansa Ortadoğu operasyonlarında aktif hale gelecek belirsiz bir statüde bekletmeyi uygun görmektedir.


Türkiye'nin yerinde çabalarıyla engellenen son teşebbüs bazı müttefik ülkelerdeki bu bakış açısının tipik bir göstergesiydi. Bu teşebbüs, Avrupa Savunma ve Güvenlik Kimliği sürecinde Avrupa -içi ihtilaflarda Türkiye'yi karar süreci dışında bırakırken uygulamada devreye girecek NATO mekanizmaları ile Türkiye başkalarının aldığı stratejik kararlarını sorumluluklarına ortak edilmesini öngörüyordu. Böylesi bir statü Türkiye'yi kararlarda etkili olmayan ancak kararların getirdiği bütün riskleri üstlenen bir konuma itmekteydi. Bu yönüyle de tek taraflı bir Gümrük Birliği versiyonu intibaı vermekteydi.


Türkiye'nin son derece haklı karşı teşebbüsü bu hamleyi şimdilik durdurmuştur. Ancak, müttefik ülkeler Türkiye'ye yönelik ikinci sınıf ortak statüsü mantığını yürütmeye devam ederlerse benzer problemlerle gelecekte de karşılaşmaya devam edeceğiz.


Bunun engellenmesi ve Türkiye'nin Avrupa içinde müdahil ülke olabilmesi bundan iki sene önceki bir yazımızda da belirttiğimiz gibi (11 Temmuz 1997/Yeni Şafak) Türkiye'nin başlıbaşına bir Doğu Avrupa ve Balkanlar stratejisi geliştirmesine ve bu stratejiye uyumlu bir NATO politikası oluşturmasına bağlıdır. Bu açıdan, Türkiye NATO'nun yeniden yapılanmasında, kendisine, Doğu Avrupa içinde özel bir konum kazandıracak öncelikler almaya çalışmalıdır. Soğuk savaş döneminde NATO'nun en çok risk ve maliyet üstlenmiş ülkesi olan Türkiye'nin şimdi ittifaka yeni katılan ülkelerle aynı düzeyde, hatta daha da alt düzeyde, bir konuma razı olmaması gerekir. Fransa nasıl ittifakın askeri kanadına girişini NATO'nun Akdeniz'deki komutasının bir Avrupalıya verilmesine bağlıyor ve genişleme stratejisini de bu politika ile ilişkilendiriyorsa, Türkiye de NATO'nun Doğu Avrupa'daki komuta oluşumunda belli öncelikler kazanmaya ağırlık vermelidir. Bunun için de ittifaka yeni katılacak ülkelerle ikili temaslar artırılmalı ve bu ülkelerin de desteğini alacak bir yol izlenmelidir.


Özetle, NATO'nun girdiği bu yeni süreç, Türkiye'yi, kendi politikasını yeniden tanımlama zorunluluğu ile karşı karşıya bırakmaktadır.

#NATO
#Amerikan stratejisi
#Türkiye
#Washington zirvesi
#Soğuk Savaş