geçen hafta tartışmaya başladığımız CHP'nin bunalımı ve geleceği konusunu incelemeye devam etmeyi planlıyorduk. Ancak, bu arada kurulan DSP-ANAP-MHP koalisyonunun oluşum süreci ve bu süreç sonunda ortaya çıkan protokol, sadece CHP'yi değil Türkiye'deki siyasî partilerin tümünü içine alan bir bunalım yaşanmakta olduğunu bir kez daha ortaya koydu.
Bir ülkenin siyasî istikrar ve ufkunun en öncelikli şartı ve aynı zamanda göstergesi siyasî aktörlerin kurumsallaşmasıdır. Siyasî aktörlerin konjunktürel etkilerle sürekli eksen değiştirdikleri durumlarda bu aktörlerin kurumsal nitelik kazanmaları da, bu niteliklerini ülkenin siyasî yapısına yansıtabilmeleri de mümkün olmaz.
Parlamenter sistemin temelinde, dağınık halde bulunan toplumsal kesimlerin taleplerinin siyasî sisteme kurumsal bir yapı içinde yansıtılabilmekti vardır. Siyasî partiler bu yansıtma işlevini örgütlü ve planlı bir şekilde yapan unsurlar olduğu için parlamenter sistemlerin vazgeçilmez unsurlarıdır. Parlamentonun farklılıkları yansıtıcı misyonu toplumun merkezî idarî/bürokratik aygıt karşısındaki en önemli sığınaklarından birini oluşturur. Cumhuriyet fikrinin esasını da cumhurun yani halkın merkezî/idarî aygıtı belirleme ve yönlendirme gücü oluşturur. Hiç bir toplum tek tip kesimden oluşamayacağı için de, tek tip talepler değil farklılaşmış talepler siyasî sisteme yansıyacaktır. Siyasî partiler bu talepleri siyasî projeler haline dönüştürebildikleri ölçüde kurumsallaşırlar ve toplumsal meşruiyyet zemini kazanırlar.
Kutuplaşma ve Tektipleşme Sarkacı
Son koalisyon ile ortaya konan protokolün detayları üzerinde çok duruldu ve tartışıldı. Ancak, Türk siyasî hayatı için bu protokolün genel yapısının ve oluşum sürecinin en çarpıcı yönü siyasî partilerimizin kurumsallaşması konusunda ortaya koyduğu tablodur. Protokolde arkasına gizlenilen genel ifadeler aslında bir tür projesizliğin sonucudur. Şöyle bir soru ile durumu daha yazılı bir şekilde ortaya koyabiliriz: Bu protokol 3 partili bir hükümetin değil de DSP'nin ya da ANAP'ın tek başına oluşturduğu bir hükümetin protokolü olmuş olsaydı acaba bugünkünden farklı olur muydu?
Bu soruya, oluşan koalisyon hükümetinin tek parti protokolü bir metni benimsemiş olmasının iyi bir uzlaşma gösterildiğini ortaya koyduğu şeklinde cevap verilebilir. Ancak mesele bu kadar basit değildir. Kurumsallaşmamış ve kendilerine has projeler geliştirmemiş olan partilerin anlaşmaları parlamenter sistem açısından bir sağlık işareti değildir.
Türkiye'de partiler arası ilişkiler 2 uç kutupta yoğunlaşmaktadır. Partiler ya sembolik aidiyet hisleri ve son derece katı "öteki" tanımlamalar ile ortak hiçbir zeminde buluşamamakta ya da kendi kurumsallaşma ve aidiyet zeminlerini yok sayan oldu bittileri hemen kabul ederek oy aldıkları toplumsal kesimler nezdindeki meşruiyetlerini kaybetmektedirler. Bu açıdan bakıldığında 70'li yılların sonlarında aynı ortamda bulunmaya bile tahammül edemeyen CHP-MHP ilişkisi de, 90'lı yılların sonunda son derece genel ifadelerin gölgesinde oluşturulan ve parti kimliklerini yok sayan DSP ve MHP'nin sergilediği uzlaşma görüntüsü de sağlıklı değildir.
Birinci ifrat, toplumu siyasî partiler etrafında derinleşmesine bir kutuplaşmaya sevkederken ikinci tefrit siyasi partilerin sistem içindeki anlamlılıklarını da, parlamenter sistemin varoluş gerekçesini de yok etmektedir. Kutuplaşma ve tektipleşme arasındaki sarkaç siyasî partilerin siyasî tecrübe birikimi ve rasyonel siyasî zihniyet etrafında gelenekler oluşturmalarını engellemektedir.
Siyasi Partilerin Anlamlılığı
Türk siyasî hayatının doksanlı yılların sonlarındaki en çarpıcı çelişkisi siyasî partilerin sayısının artmasına rağmen siyasî proje, bakış açısı ve vizyon bazındaki farklılaşmalarının azalmasıdır. O zaman partilerin ayrı kurumlar şeklinde tecessüm etmelerinin mantığı nedir?
Yetmişli yıllardaki aşırı kutuplaşma 12 Eylül İhtilalinden sonra tersine bir uç tepkiyi beraberinde getirmiştir. ANAP'ın d ört temayülü birleştirme projesi ile MDP'nin parlamentoyu merkezî idarî aygıtın denetiminde tutarak parlamenter sistemi bir tür meşrulaştırıcı araç olarak kullanma teşebbüsü kutuplaşmanın karşısında iki farklı depolitizasyon yöntemi olarak devreye girmiştir.
Bugün parti sayısının artmasına rağmen siyasî projeler ve vizyonların tektipleşmesi süreci de yeni tür bir depolitizasyon olarak görülmelidir. Tabir caizse, ANAP parti bünyesinde dört temayülü birleştiriyordu; bugün de parlamentonun farklı temayülleri birleştiren bir parti gibi işlev görmesi istenmektedir. Bu tavır, parlamenter sistemin doğal mantığını değil gizli bir totaliterizmi kendi bünyesinde barındırmaktadır. Toplumsal taleplerin meşru ve gayrimeşru talepler şeklinde kategorize edildiği, partilerin iktidara geliş şartlarının ve yöntemlerinin objektif meşruiyyet kuralları çerçevesinde değil de konjunktürel etkilerle belirlendiği bir yapının parlamenter sistemin mantığını yansıttığını iddia etmek çok güçtür.
Partilerin böylesi bir geleneksizleşme sürecine mahkum edilmesi sanıldığının aksine iç istikrarı da sağlayamaz. Aksine, partilerin taleplerini sisteme yansıtamadığını düşünen toplum kesimlerinin siyasete yabancılaşması sonucunu doğurur ve siyasî alan anlamını tümüyle yitirir.
Türkiye'nin en eski partisi olması dolayısıyla geleneği ve kurumsallaşması en oturmuş parti olması gereken CHP'nin düştüğü bunalım partilerin toplumsal meşruiyyetlerini ne ölçüde kaybetmekte olduğunun da bir göstergesidir. Bugün maalesef ne DYP DP ve AP kadar, ne Yılmaz'ın ANAP'ı Özal'ın ANAP'ı kadar, ne FP MSP ve RP kadar, ne Ecevit DSP'si klasik CHP kadar, ne de son olarak Devlet Bahçelinin iktidara taşıdığı MHP barajı aşamayan MHP kadar, toplumsal siyasî damarları temsil gücüne sahiptir.
Onun içindir ki, bu partilerin oyları kararsızların yönlendirilmesine göre değişmektedir. En büyük partiyi kararsızların belirlediği bir toplumun sağlıklı bir siyasî kültüre ve istikrarlı bir siyasî kurumsallaşmaya sahip olduğu iddia edilemez. Siyasî iktidarın kararsızların elinde olması aslında siyasî karar mekanizmasının siyaset dışına taşınması demektir ki, bugün Türkiye'de olan da maalesef budur.
Partilerin temsil gücünü ve kurumsallaşma potansiyelini kaybetmeden rasyonel siyasî projelerde uzlaşabilecekleri gün siyasî sistemin sağlıklı bir zemin bulduğu iddia edilebilir. Yoksa siyasî partilerin toplumsal meşruiyyet ve kurumsallaşmayı kaybetme pahasına hizaya sokulduğu bir siyasî yapı sadece siyasî alanı tüketmekle kalmaz, ülkenin farklı vizyon ve ufuklarla tanışmasını da engeller.