haftaki yazımızda demokrasinin değer bunalım üzerinde durmuştuk. Bugün iş mekanizma düzeyindeki bunalımı ve bu bunalıma kaynaklık eden zihni arkaplanı tartışmaya çalışacağız.
Bugün batı demokrasilerinin en önemli felsefi problemi insan bireyinin ontolojik varoluşu ile vatandaşın sosyo-politik ve sosyo-ekonomik varoluşu arasında yeni ve anlamlı bir ilişkinin kurulabilmesi meselesidir, insan bireyi ile vatandaş kavramı arasındaki farklılaşma demokrasinin gerek uluslararası gerekse ulusal düzeyde aşmakta güçlük çektiği bir ikilem oluşturmaktadır.
Geçen yazımızda Atina demokrasisi modeli çerçevesinde uluslararası sistemde ortaya çıkan çarpık ve dışlayıcı ilişki biçimini göstermeye çalışmıştık. Nihai karar mekanizmasında sadece batılı ülkelerin tercihlerini dikkate alan bir uluslararası hukuk işleyişini demokratik değerlerle tecviz etmeye çalışmak, çıkarı değerle, stratejik hesabı hukuk ile örtme çabasından başka bir şey değildir ve bu değer problemi bir mekanizma problemini de beraberinde getirmektedir.
Bunun ulusal düzeydeki en çarpıcı misali de, batı ülkelerinde demografik ağırlığı ve baskısı gittikçe artan yabancıların statülerinin demokratik değeri meselesidir. İngiltere'de Hint, Fransa'da Kuzey Afrika ve Almanya'da Türk kökenli insanların ontolojik varoluşlarının ne tür bir sosyo-politik diğer ifade ettiği net olarak çözülmeden evrensel bir demokrasi haviriliğine kalkışmak büyük bir çelişki oluşturmaktadır, ikinci sınıf insan kavramının evrensel insan tabiatı anlayışı ile tecviz edilmesi mümkün olmadığına göre, ortada demokrasilerin bizatihi değer üretebildikleri varsayımını tartışmaya açmak zarureti vardır. David Held, Demokrasi Modelleri isimli eserinde önerdiği Kozmopolitan Demokrasil modeli ile batı demokrasilerinin bu bunalımını aşmaya çalışıyorsa da, böylesi bir bunalımın çok geniş kapsamlı bir felsefi yenilenme gerçekleşmeksizin aşılabilmesi çok güçtür.
Demokrasi bizatihi bir değer olarak değil de, objektif bir siyasi katılım mekanizması olarak görüldüğünde de bu mekanizmanın dayandığı meşruiyyet zeminini tanımlayacak bilgi-değer temelinin ne şekilde oluşturulacağı sorunu gündeme gelmektedir. Böylesi durumlarda da meselenin odağına demokratik siyasi katılım mekanizmasının objektif işleyişini sağlayacak siyasi kültür ön plana çıkmaktadır.
Demokrasiyi bir bunalım-çözüm mekanizması olarak cazip kılan en önemli unsur katılım, temsil ve hesap sorulabilirliğın ilke, kural ve süreçlerinin önceden tanımlanmış olması ve herkesin bu tanımlara göre kendi tavırlarını belirleyebilir olmasıdır. Lively demokrasinin bir mekanizma olarak işleyişini yedi esasa bağlarken bu bu sürecin objektif kriterlerini ortaya koymaya çalışmaktadır.2 1. herkes hükmetme sürecine, yani yasama, kamu politikalarını belirleme, kanunları uygulama ve hükümet idaresine eşit bir şekilde katılabilmelidir; 2. herkes kişisel olarak karar verme mekanizmasına katkıda bulunabilmelidir; 3. yöneticiler yönetilenlerin denetimine açık olmalı, kendi eylemleri konusunda yönetilenlere hesap vermeli ve yine yönetilenler tarafından görevden uzaklaştırılabilmelidir; 4. yönetenler yönetilenlerin temsilcilerine hesap vermelidir; 5. yönetilenler yönetenler tarafından seçilmelidir; 6. yönetenler yönetilenlerin temsilcileri tarafından seçilmelidir; 7. yönetenler yönetilenlerin genel menfaatlerine uygun davranmalıdır.
Seçimlerin hangi ilke ve süreçlerle yapılacağı önceden belli ise ve taraflar bu kurallara göre ortaya çıkacak sonuca razı iseler objektif bir katılım ve temsil mekanizmasının anlamı vardır. Yok eğer bu sürecin sonunda çıkan sonuç herhangi bir başka otorite tarafından yeni bir süzgeçten geçirilecek, ya da seçim öncesinde olmayan kurallar ihdas edilecek olursa, demokrasinin objektif bir katılım mekanizması olarak da değeri kalmaz. Modern demokrasi teorisyenlerinden Robert Dahi bir devletin demokratik bir şekilde idare edilmesinin olmazsa olmaz iki şartının meşru güç kullanım tekelini elinde bulunduran asker ve polisin sivillerin denetiminde olması; sivillerin de demokratik bir süreç ile işbaşına gelmiş olması olduğunu ifade ederken demokratik mekanizmalarda hür ve eşit vatandaşların katılımının elit-içi güç dengelerinin üstünde olması gerektiğini vurgulamaktadır.
Bugün söylem düzeyinde pragmatik bir değer ifade eden demokrasi felsefi ve kurumsal arkaplanı ile tekrar ele alınmak zorundadır. Ortak siyasi kültür zemininin yıpratıldığı, sosyo-politik eşitliğin sübjektif kriterlerle yok edildiği, insanların vazgeçilemez hürriyetlerinin genişletilmesinin değil hemen ve acilen kısıtlanmasının tartışıldığı, değer-eksenli değil güç-eksenli siyasi tavırların kutsandığı bir ortamda çağdaşlık, demokrasi ve laiklik gibi kendi kendini meşrulaştırıcı kavramların bir siyasi sistemi işler halde tutabilmesi de, herkesçe kabul edilen bir meşruiyyet zemini oluşturabilmesi de çok güçtür.