Hiç olmazsa bu seçime toplumu rencide eden saçma sapan 'irtica' tartışmalarıyla falan girmiyoruz. O tartışmalar mazide kalmış gibi görünüyor. Bütün partiler ülke sosyolojisine saygı duymayı öğrendiler. O sosyolojinin hassasiyetlerine kulak vermeyen partiler iktidara gelemeyeceklerini anladılar. Bedeli ağır olduysa bile bu olumlu bir gelişme nihayetinde.
Arkasına toplumun desteğini alamayan hiçbir siyasi tez başarılı olamaz. Ülkeye dair tezi olan her siyasi parti önce toplumu ikna edecek. Siyaset bir aldatma sanatı değildir, ikna sanatıdır. Ülkeyi yönetimine talip olanlar açık yüreklilikle toplumun karşısına çıkacaklar ve tezlerini anlatacaklar.
'ın “
halkın ikna edilmesi çoğu kez bir maddi güç kadar kuvvetlidir
” diye çok beğendiğim bir sözü var. İtalyan düşünür
ise, “
siyasal iktidarın ele geçirilmesinden önce toplumsal rızanın elde edilmesi şarttır
” der.
Sahih iktidar “
”yla tahakkuk eder ve “
” ile pekişir. İktidardakilerin “
”na uğramalarıysa gerçekte “
”nin öldüğü, “
”nin ise gelişemediği öngörülemez sonuçları olabilecek kritik bir aşamaya yol açar. Yönetici kesimin sadece '
' gücüne sahip olduğu bu aşamada '
' ortaya çıkar. Krizi aşmanın yoluysa, iktidar kanallarını halka açmaktan geçiyor. Seçimler bunun içindir. Yanı başımızda rıza kaybına uğramış yönetimlerin iktidarı halka açmamalarının nasıl bir yıkımla sonuçlandığını içimiz acıyarak izliyoruz. Bu ülkelerde iktidar, iktidardakilerin elinde bile değil artık. Semalarında başka ülkelerin savaş uçakları uçuyor, topraklarında başka ülkelerin askerleri savaşıyor. İktidarı halkla paylaşmak yerine ülkenin kapılarını ardına kadar yabancı güçlere açtılar.
Gramsci'ye göre kitle siyasetinde gerçekleri söylemek kesinlikle bir siyasal zorunluluktur. Oysa bizim ülkemizde '
' tam tersi şekilde işledi. Gerçekleri söylememek veya gerçekleri çarpıtmak kitle siyasetinin farizası olarak algılandı. İşler ters gittiği halde her şey yolundaymış gibi davranıldı. Türkiye daha iyi bir ülke olacaksa eğer, bu toplumun rızasıyla, gerçeklere dayanılarak, belki bazı yoksunluklar yaşayarak gerçekleşecek. “İkinci Dünya Savaşı”nda büyük yıkımlara uğramış, en verimli insan kaynaklarını kaybetmiş ve “
bir daha belini doğrultamaz
” denilmiş ülkeler birbiri ardı sıra küllerinden yeniden doğmadılar mı?
Çünkü bu toplumlar yöneticilerine, yöneticiler de toplumlarına güvendiler. Bencilliğe dayalı '
' yerine '
' olanı ön plana çıkaran 'şahsiyetçiliğe' önem verdiler. Harabeye dönmüş ülkelerini yeniden inşa ettiler. Bunu yaparken pek çok sıkıntıya göğüs gerdiler. Ortak rüyaları vardı ve başardılar. II. Dünya Savaşı'na bulaşmamayı başaran ülkemiz ise sürekli patinaj yapan bir ülke oldu. Onlar büyürken biz biribirimizi yedik. Yüzbinlerce insanımızı ise bu ülkelerin sanayilerinde çalışmaya gönderdik. Onların ürettiklerini de yine biz tükettik.
Artık ülkemiz için durumu tersine çevirmeliyiz. Maddi kaynaklarımız ortada. Nelere sahip olmadığımızı biliyoruz. Bütün renkleriyle birlikte toplumsal enerjimizi en doğru şekilde ve en ideal hedefe doğru yönlendirmenin yolunu bulmalıyız. Sonuç ne olursa olsun, Türkiye “
”dan itibaren yeni bir toplumsal seferberlik için el ele vermeli. Bunu başarabilecek potansiyele sahibiz. Korkmamız gereken tek şey, birbirimize olan güvenimizi kaybetmek olmalı. Fikirler, tezler çarpışmalı, insanlar değil. Ülkemiz için hayırlı seçimler diliyorum.