Sürecin zorluğu ortadadır. Ancak bu zorluk sadece Türkiye için değil, birliğe katılan tüm büyük ülkeler için böyle olmuştur. Bu yüzden AB'ye kızmak, tepki vermek yerine ev ödevlerimizi ciddiye almalıyız.
Avrupa Birliği'ni bugün yönetenler ile Avrupa Birliği projesini 1952 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu'nu kurarak başlatanların "vizyon"larının karşılaştırmayı denemek, 1950 ve 1960'lı yıllardaki "liderlere" haksızlık olacaktır.
Bugün dünyanın en büyük "barış projesi" haline gelen Avrupa Birliği, 1950'li yıllarda iki dünya savaşının ağır tahribatının tüm olumsuzluklarını yaşayan ülkeleri idare eden "vizyon sahibi" liderlerin mütevazı, fakat iddialı bir girişimi olarak başlamıştı. Avrupa'yı idare edenlerin, daha iyi bir dünyada yaşamak için de düşünce üretmeleri, öngörülerinin olması, Türkiye'nin Avrupa Ekonomik Topluluğu ile imzalanan Ankara Anlaşması'na da yansımış ve Türkiye'nin tam üyeliğine bu anlaşma ile kapı açılmıştı.
Esasen, 14-15 Aralık 2006 tarihli Avrupa Birliği Zirvesi, Nice Antlaşması sonrası Avrupa Birliği'nin yeni genişlemeye nasıl hazırlanacağına ilişkin tartışmaların da büyük ölçüde yapıldığı yani "genişlemenin" Avrupa için öneminin ve genişleyen AB'nin en-tegrasyon kapasitesinin de güçlendirilmesinin tartışıldığı bir zirve olmuştur.
Ancak, tüm dünya kamuoyu görmüştür ki, bu zirvede Türkiye'nin AB katılım sürecini tartışan liderlerin çoğunda, "stratejik yaklaşımın" yerini, AB'nin üzerinde inşa edildiği değerlerle ters düşen, ideolojik ve AB'nin gerçek menfaatlerini de göremeyen "miyop" bir bakış açısı almıştır.
Avrupa Birliği'nin kurumsal yapısı ve karar alma süreci, Romanya ve Bulgaristan'ın üyeliğinden sonrasını düzenlememektedir. Avrupa Anayasası'nın da onaylanma süreci henüz tamamlanmamıştır. Fransa ve Hollanda'daki referandumlarda Anayasa'nın reddedilmesi belirsizliğin devam etmesine neden olmaktadır.
Oysa 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye ve Hırvatistan'ın AB "katılım süreci" resmen başlamıştır. Makedonya aday ülkedir. Batı Balkan ülkeleri ise, Haziran 2003'deki Selanik Zirvesinde "potansiyel aday ülkeler” olarak ilan edilmiştir.
14-15 Aralık 2006 tarihinde Brüksel'de gerçekleştirilen Avrupa Birliği Zirvesi'nde üye devlet liderleri, genişleme sürecindeki devletlere AB tarafından yapılan taahhüde bağlı olduklarını teyit etmiştir. Ayrıca, "genişleme süreci"nin AB'nin temel öncelikleri arasında yer almaya devam edeceğini de yine deklare etmiştir.
Ancak, bugünkü yapısı ile AB'nin yeni üye kabul etmeye hazır olmadığı da ifade edildi. Esasen bu durum geçtiğimiz aylarda Avrupa Komisyonu Başkanı Barosso'nun Fransa İçişleri Bakanı Sarkozy ile yaptığı görüşme sonrası yaptığı açıklamada da vurgulanmıştı.
Acaba, 14-15 Aralık Brüksel Zirvesi bu açıdan duyulan ihtiyaca cevap verebilecek mi? Avrupa Birliği üyesi ülkeler, genişleme sürecinin AB için önemini kendi iç siyasi platformlarında da savunacaklar mı? Üye ülke kamuoylarına, yaşanmakta olan ekonomik ve sosyal sorunların gerçek nedenlerini anlatarak, kamuoyunun "genişleme sürecine" duyduğu tepkiyi azaltabilecekler mi? Kısaca, AB üyesi ülkeleri yönetenler, 1950 ve 1960'lı yıllardakiler gibi, Avrupa için "liderlik" yapabilecek mi?
Avrupa Birliği'nin entegrasyon kapasitesinin (eski adıyla hazmetme kapasitesi) güçlenmesi için atılması gereken adımların tartışıldığı bir Zirve'de, Türkiye maalesef, ülke dışında ve ülke içinde "liman" sorunu ile meşgul edilmiştir.
Oysa, Türkiye iddia sahibi olan bir aday ülkedir. Avrupa Birliği'nin önümüzdeki 15-20 yıllık süreçte karşı karşıya kalacağı global riskler için çözüm üretebilecek, katkı sağlayabilecek bir aday ülkedir. AB'nin enerji arzı güvenliği, yaşlanan nüfus ve sosyal güvenlik sistemlerinin rehabilitasyonu vb. tartışmalarda Türkiye'nin yapacağı ciddi katkılar vardır. Türkiye bu tartışmalarda "misafir olarak" değil, aileden biri olarak düşünmeli ve tartışmalara katılmalıdır.
24 Nisan 2004 tarihinde Kıbrıs'ın güney ve kuzeyinde gerçekleştirilen referandumlar, Kıbrıs sorununun çözümü açısından yeni bir durum ortaya çıkarmıştır. Kıbrıs Rum Kesimi sadece AB'yi değil tüm dünyayı aldatmıştır.
Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi, 26 Nisan 2004 tarihli kararında, Kıbrıs'ın kuzeyinde yaşayan Türkler üzerindeki izolasyonu kaldırmayı taahhüt etti. Türkiye 29 Temmuz 2005 tarihinde Gümrük Birliği Protokolü'nü imzalarken Konsey'in bu kararını da göz önünde bulundurmuştu. Ayrıca, daha sonra, AB tarafından karşı bildiri yayımlanarak kabul edilmediği açıklanan bir de "bildiri" yayımlamıştı. Bu bildiri ile Türkiye, Gümrük Birliği Protokolü ile Güney Kıbrıs'ı tanımış olmadığını, Protokol'ün yürürlüğe konulması için AB'nin de taahhütlerini yerine getirerek Kıbrıs Türklerine uygulanan izolasyonları kaldırmasını beklediğini ilan etmiştir.
12 Aralık 2006 tarihli Genel İşler Konseyi'nde AB Dışişleri Bakanlarının AB'nin Kıbrıs Türklerine karşı taahhütlerini yerine getirmemiş olduğu tespitinde bulunulması ve ayrıca, aynı toplantıda sorunun Ocak ayı içindeki Konsey toplantısında ele alınmasının kabul edilmiş olması da önemsenmelidir. Bu konudaki gelişmeler, Türkiye'nin katılım sürecini doğrudan etkileyecektir.
Avrupa Birliği Zirvesi, 12 Aralık 2006 tarihindeki AB Dışişleri Bakanları Konseyi'nin Türkiye için aldığı kararı onayladı. Böylece, havaalanlarını Kıbrıs Rum Kesimi gemi ve uçaklarına açmadığı için, Türkiye ile "malların serbest dolaşımı", "yerleşim hakkı ve hizmet sunma serbestisi", "mali hizmetler", "tarım ve kırsal gelişme", "balıkçılık", "ulaştırma politikası", "gümrük birliği" ve "dış ilişkiler" fasıllarında müzakerelerin açılmamasını, diğer fasıllardaki müzakerelerin ise kapatılmamasını kararlaştırmış oldu.
Alınan karar, Türkiye'nin katılım sürecini durdurmamıştır. Ancak, müzakerelerin açılmayacağı fasıllar dışındaki müzakereleri de etkilemiştir. Müzakeresi biten fasılların kapatılmayacak olması, esasen müzakere sürecinin tümüyle bu karardan etkilendiğini gösteriyor. Haksız ve sorunun çözümüne katkı sağlamaktan öte, Türkiye'nin katılım süreci üzerinde tartışma yaratan bir karar alınmıştır.
Ancak, Türkiye, katılım sürecinin üç sütununu da aynı ağırlıkla sürdürmelidir. Sorumlu konumdakilerin hisleriyle hareket etme lüksü yoktur. Siyasi reform süreci devam ettirilmelidir. Müzakerelerin yürütüleceği fasıllar itibariyle teknik çalışmalar aksatılmadan sürdürülmelidir. Sivil diyalog, katılım sürecinin bir diğer önemli sütunudur. 3 Ekim 2005 tarihinden sonra, yani katılım sürencin başlamasıyla birlikte, sivil toplum kuruluşları, kendini sürecin asli bir unsuru olarak görememektedir. Hâlâ bir iç ve dış iletişim stratejisi geliştirilememiştir.
Katılım sürecinin zorluğu ortadadır. Bu sadece Türkiye için değil, Birliğe katılan tüm büyük ülkeler için böyle olmuştur. İngiltere ve İspanya'nın katılım süreçleri de kolay olmamıştır. Katılım sürecinin yükü, sadece siyasiler ve bürokrasi tarafından taşınmamalıdır. Bu ağır yük sosyal taraflar ve sivil toplum kuruluşlarıyla da paylaşılmalıdır.
Sonuç olarak, özellikle vurgulamalıyım ki, müzakereler askıya alınmamıştır. Müzakere süreci, yavaşlasa da devam etmektedir. Biz, ülke olarak ev ödevimizi yapmak zorundayız. Tamamlamamız gereken ekonomik dönüşüm sürecinin başarısı açısından Avrupa Birliği katılım müzakerelerinin sürdürülüyor olması önemlidir.
* TOBB Başkanı