Bond külliyatının yirmibirinci, Yeni Zellandalı yönetmen Martin Campbell'in ise ikinci James Bond filmi olan “Royal Kumarhanesi”, yıllar sonra Ian Fleming'in ilk casusluk romanına tekrar dönerek bu ünlü sinemasal seriyi başrol oyuncusundan anlatım diline kadar sil baştan yeniliyor. Böylesine riskli ve de cüretkâr bir girişimden ortaya çıkan sonuç ise tek kelimeyle göz kamaştırıcı...
İngiliz gizli servisi MI-5'in genç yeteneklerinden James Bond, örgütün çalışma disiplinine uymamakta ısrar eden pervasız kişiliğine karşın, üstün yetenekleri ve son görevindeki cesareti nedeniyle ekibin lideri "M" tarafından ödüllendirilir ve "00"lı elit ajanlar kategorisine terfi ettirilir. Kod adı "007" olarak belirlenen kahramanımızın yeni görevi, uluslararası terorizmi finanse eden "Le Chiffre" adlı bir muhasebeciyi yakalamak ve ardındaki daha büyük küresel güçleri açığa çıkarmaktır.
Sinema salonundan çıktıktan sonra, 144 dakika boyunca aralıksız şekilde gerilmenin verdiği keyifli sıkıntıyı içimden atabilmek için derin bir "Oh" çektim ve hemen ardından da kendi kendime şu soruyu sordum:
"Hayatları 4000 yıl öncesinin o tekinsiz Orta Asya steplerinden günümüzün görece istikrarlı Türkiye'sine kadar sürekli iç ve dış tehditlerle uğraşmakla geçmiş, zenginliğe ve huzura ulaşabilmek için Ötüken'den Marmara Denizi'ne kâh at sırtında kâh yaya olarak 8000 kilometre yol tepmiş, düşmanlarının attığı adımları önceden haber alabilmek için döneminin en muhteşem istihbarat örgütü 'Teşkilat-ı Mahsusa'yı kurmuş olan biz Türkler, ulusal sinemamızda ya da televizyonculuğumuzda ne zaman böyle müthiş bir ajan-kahraman yaratabileceğiz?"
Bu soruyu sorarkenki kastım "kafa değil racon kesen" taşlıtarla kabadıyısı kılıklı genel geçer tipler değildi elbette. Onlar yapacaklarını yaptılar ve iki hafta kadar önce üst düzey bir emniyet yetkilisinin de basını bilgilendirme brifinginde söylediği gibi, "bu ülkenin gençliğine verilebilecek en rezil mesajı verdiler".
Aynı zamanda emekli bir ajan olan ünlü İngiliz yazarı Ian Fleming'in edebiyatta ve sinemada James Bond efsanesini başlatan ilk kitabı "Royal Kumarhanesi" (Casino Royale), yönetmen Martin Campbell'in elinde bu popüler sinemasal seriyi silbaştan yenileyen bir enstrümana dönüşmüş. 66 yaşındaki Campbell, Bond filmlerinin diline pek yabancı bir isim değil. 1995'de "Altın Göz" (Goldeneye) adlı Bond serüvenini de çekmiş olan bu yeni Zellandalı sanatçıyı ayrıca heyecan dozu olarak ondan hiç geride kalmayan 2000 tarihli "Dikey Limit" (Vertical Limit) adlı yapıtından da hatırlayabilirsiniz.
Vaktiyle "Altın Göz"de de o dur-durak bilmeyen kaliteli aksiyon anlayışıyla klasik Bond diline farklı bir soluk getirmiş olan usta yönetmen, Bond filmleri serisinin 21'inci halkasını oluşturan "Royal Kumarhanesi"nde ise bütün hikâyeyi en başa sararak beyazperdenin yeni Bond'u Daniel Craig ile sürüp gidecek bir 10-15 yılın ön hazırlığını yapmış. Ama ne hazırlık!
Bir Bond filminin temel klişeleriyle oynamak, her zaman için çok ciddi riskler içerir. Öyle ki bu serinin 45 yıllık tarihçesi, buna cüret eden kimi bölümlerin (1969 tarihli "Majesteleri'nin Hizmetinde" gibi) gişede ve Bondseverlerin kalplerinde iki seksen yere serildiği örneklerle dolu. Ancak Campbell zoru başarıyor ve yepyeni bir yüzle, ayrıca çok da farklı bir anlatım tarzıyla giriştiği bu denemeden alnının akıyla çıkıyor. Bütün dünyada aynı anda gösterime giren filmin önceki günkü dünya galalarında beğeniyle karşılanması ve imdb gibi ortamlardaki ilk değerlendirmelerde 7'nin üzerinde puan alması da bunun bir kanıtı…
İrlandalı aktör Pierce Brosnan'ın iki yıl önce "kendisini oyuncu olarak sınırladığı" gerekçesiyle (ki bu çok haklı bir gerekçe) anılan rolü bıraktığını açıklamasından sonra, uzun ve titiz araştırmaların ardından beyazperdenin yeni Bond'u olmasına karar verilen 1968 doğumlu İngiliz oyuncu Daniel Craig, gerek fiziği, gerekse neredeyse hiçbir mizah duygusu içermeyen kişiliğiyle 11 Eylül sonrasının dünya dengelerine son derece uygun bir seçim olmuş. Sarı saçlı, mavi gözlü ve atletik yapılı görünümüyle "âri ırk"ın ideal bir temsilcisi olan Craig, artık ne (benim hâlâ en gözde Bond'um olan) Roger Moore gibi sık sık espri yapıyor, ne de Pierce Brosnan gibi zaman zaman muhataplarını bağışlıyor. Yeni Bond'un sadece işinin gereklerini yerine getirdiğini, yani az konuşup bol bol adam öldürdüğünü görüyoruz. Özetle, tam da adım adım gerilip medeniyetler çatışmasında ikinci raunda geçmekte olan dünyamıza yaraşır nitelikte, soğuk ve ödünsüz bir kahraman olmuş yeni Bond…
Öte yandan, bu yılın başlarında Spielberg'in "Münih"inde fanatik bir Mossad ajanı olarak karşımıza çıkan Craig de Brosnan'ın şikayet ettiği "Bond rollerine kilitlenip kalma" riskinin farkında olmalı ki seleflerinin düştüğü duruma düşmemek için oynadığı rolleri habire çeşitlendiriyor ve gelecekte sinemada yalnızca Bond kimliğiyle anılmamak için şu sıralarda ardarda farklı tarzlara sahip filmlerde oynuyor. 2008 yılında gösterime girecek olan 22'nci Bond'un kontratını şimdiden imzalamış olan karizmatik aktör, bu iki film arasına başka filmlerde en az dört farklı rol koyarak beyazperdede kimlik erozyonuna uğramamayı da şimdiden garanti altına almış durumda…
Aksiyon sahnelerindeki mekanikliğiyle ilk anda "Terminator-2"nin sıvı robotu T-1000'i andıran, bu görüntüsüyle de izleyiciyi ilk anda biraz yadırgatan yeni Bond, dakikalar ilerledikçe kimi duygusal sahnelerde "insan" yönünü de ortaya koyuyor ve en sonunda da izleyicisini bu rol için ideal bir seçim olduğuna tam anlamıyla ikna ediyor. Hele de finalde, Venedik'in suları altında geçen sahne gerçekten çok hoş…
Dozu çok hassas biçimde ayarlanmış bir cinsellik, Bond filmlerinin olmazsa olmazlarındandır. Ancak, bu son Bond'da onun bile minimum düzeyde tutulduğuna tanık oluyoruz. Öyle ki filmde bu tür sahnelerden hoşlanmayan mütedeyyin izleyicileri rahatsız edecek bir bölüm neredeyse hiç yok gibi. Seriyi yeniden biçimlendirecek olan bu son öyküde şiddetin dozunun cinsellikten çok daha yüksek tutulduğu hemen dikkatleri çekiyor.
Bütün bu bilgilerin ötesinde, "Bu yeni Bond serüveninden aklında en fazla ne kaldı?" diye sorarsanız, size rahatlıkla şunu söyleyebilirim: MI-5'in kadın lideri "M"nin, çiçeği burnunda 007'si bir suçluyu yakalamak için Nauru Büyükelçiliği'ni basıp ortalığı birbirine kattıktan sonra ona attığı sert fırça… "Uluslararası diplomasinin en çiğnenmez kuralını çiğnedin ve dokunulmazlığı olan bir elçilik binasına girdin. Basın, bu yaptığın şey yüzünden ayakta, politikacılar benden kelle istiyor ve ben de seni onlara vermeyi düşünüyorum" diyor M, evinde geçen gergin bir diyalogda. Bu sahnede izleyiciye verilen mesaj çok açık: Majesteleri'nin gizli servisi, Birleşik Krallığın bekâsı için gereken her şeyi yapar. Fakat, tüm bunları yaparken kamu düzenini asla çiğnemez ve masum insanları öldürmez. İngiltere, en ciddi durumlarda bile yasalar ve insan hakları karşısında duyarlıdır.
Bu sahneyi izledikten sonra aklıma "Kurtlar Vadisi"nin son bölümündeki mahkeme geldi ister istemez. Hani şu, 97 bölüm boyunca toplam 500 kişiyi yargısız infazla öldürdükten sonra "Vatan uğruna silah sıkanları cezalandıramayız" deyip Polat ve adamlarını serbest bırakan o dallama mahkeme sahnesi…
İşte James Bond'u yazan ve çeken mantaliteyle aramızdaki temel fark da bu: Biz, herşeyimizde "doğulu" ve alaturkayız, onlar ise her yasadışılığın her türünü mükemmelen ambalajlayacak ve bundan bile bir propaganda malzemesi çıkartacak kadar "batılı"…
İşte, vaktiyle bu -kötü yazılmış, kötü çekilmiş, kötü oynanmış ve kötü yönetilmiş- diziye olan antipatimi alenen açığa vururken anlatmaya çalıştığım şey de tam olarak buydu. Bir tarafta, her hücresinden kalite ve kişisel yetenek fışkıran, bu haliyle de ülkesinin istihbarat teşkilatının kalitesini temsil eden mükemmel bir ajan, diğer tarafta ise devletin özel eğitimli ajanı mı yoksa sanayi mahallesinde iş tutan küçük ölçekli bir çek-senet tahsilatçısı mı belli olmayan komik giyisili, komik bakışlı ve komik tavırlı biri…
Bond'un serüvenlerinden, ulusal kahraman yaratmanın bir de bu "şık" türünü öğrenmemiz gerekiyor.