Halit Ziya Uşaklıgil 'Nereden geldiği belli olmayan bir yangın', Sabahattin Ali 'Uydurmaca', Ahmet Ümit 'Yaşamı sıradanlıktan kurtaran şey', İskender Pala 'İnsanı içten içe çürüten bir sarmaşık', Özen Yula 'Ulaşılamazlık', Cemal Süreya 'Emek verilmesi gereken bir şey', Tuna Kiremitçi 'Bilincimizden bizi kurtaran', Ahmet Altan ise 'herkesin içinde duran sabırlı bir tohum' olarak anlatıyorlar aşkı kitaplarında. Her birinin aşkı anlayışı farklı. Elif Şafak'ın kadınlar için pembe, erkekler için gri kapaklı çok satan Aşk kitabından sonra biz de merak edip kitapları karıştırdık. Aşkı kim nasıl anlatmış?
Faulkner; "Aşkı kitaplara soktukları iyi oldu, yoksa belki de başka yerde yaşayamayacaktı” demiş. Aşk kitaplara girmeseydi yaşar mıydı yaşamaz mıydı, hatta şimdi yaşıyor mu yaşamıyor mu bilemiyoruz ama çok sayıda yazar aşkı yazıyor. En son Elif Şafak'ın Aşk kitabının oldukça yüksek okunma rakamlarına ulaşması, ya aşka olan ilgiye ya da başarılı bir pazarlama kampanyasına işaret ediyor. Biz de aşkla ilgili olduğumuz şıkkına inanmayı seçerek, aşkı yazanlara bir göz attık. Birlikte okuyalım.
Halit Ziya Uşaklıgil'in Aşk-ı Memnû'sunu anmadan geçemeyiz. Hele de dizisinin oldukça revaçta olduğu bugünlerde. Uşaklıgil romanında aşkı şöyle tarif eder: “Kalplerimizde bazı illetler vardır ki, vücudun tamamıyla ensicesine hulûl ettikten sonra keşfolunamayan hâfî emrâza mahsus bir nüfuz hıyanetiyle kendisini göstermeden, tahriplerini haber vermeden, derûnî bir yangın dumansızlığıyla yanar, yanar; bu bir ateştir ki mahiyetini bilmeyiz; vücudundan haber almayız; o yavaş yavaş vazifesinden emin, devam eder; nihayet bir gün birdenbire, bir hiç, bir dakikalık bir vukuf bize gösterir ki kalbimizde bir yangın var. Nedir? Nereden tevellüt etmiştir? Bu yangın nasıl bir serseri rüzgârın kanatlarıyla düşerek orasını tutuşturmuştur? Bilemeyiz.” Reşat Nuri Güntekin de Çalıkuşu'nda araya ne kadar engeller, ayrılıklar, uzaklıklar girse de gerçek aşkın asla yok olmayacağını söylemektedir. Bir türlü birleşemeyen iki aşık, nihayet kavuşmuştur. Romanın sonunda Kamuran, Feride'ye öyle bir sarılır ki… Feride kendini kurtarmaya çalışırken Kamuran şöyle der;'Benim olduğuna kalbimi inandırmak için senin ağırlığını duymaya ihtiyacım var...'
Sabahattin Ali'nin etkileyici romanı Kürk Mantolu Madonna tarifsiz kederler içindeki aşkı anlatır. Ali “Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar.” sözleriyle haykırır aşkın yalan olduğunu. Sezai Karakoç, bir dönem genç aşıkların ellerinden düşmeyen anıtsal şiiri Monna Rosa'da “Mutlu aşk yoktur”u dile getirir. “Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa./ Yağmurlardan sonra büyürmüş başak, / Meyvalar sabırla olgunlaşırmış. / Bir gün gözlerimin tâ içine bak: / Anlarsın ölüler niçin yaşarmış”. Ahmet Ümit, 10 hikâyeden oluşan Aşk Köpekliktir kitabında “Aşk, yaşamı, cinayet ölümü sıradanlıktan kurtarıyor.” diyor. Oysa bu, aşkın sadece bir bölümü, üstelik küçük bir bölümü. Daha geride derin özlemler, derin acılar, mutsuzluklar, yıkımlar yer almakta.” diye tarif ediyor aşkı. Aşkın da cinayetin de yaşamı kesintiye uğrattığını söyleyen Ümit, “İkisi de yaşamımızda derin izler bırakır. Cinayetin bize aşk kadar mutluluk verdiğini söyleyecek değilim ama en az onun kadar acı verdiğini, bütün duygularımızı keskinleştirdiğini rahatlıkla söyleyebilirim.” diyor.
Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk'un son kitabı Masumiyet Müzesi'nde tutkulu, hatta hastalıklı ve bir o kadar da hüzünlü ve masum aşk öyküsünü anlatıyor. Aşkın insanın elinden iradesini nasıl aldığını, sevdiğinin yanından nasıl ayrılmak istemediğini belki de en güzel bu satırlar ifade ediyor. “Füsun ile göz göze gelince vakti unutur, sonra saatime çaktırmadan bir bakış atınca yirmi dakika değil, kırk dakika geçmiş olduğunu telaşla görür, gene "kalkıyorum efendim ben." der, ama gene kalkamazdım. Yerimden kalkamayınca zayıflığıma, hareketsizliğime öfkelenir, öyle derin bir utanç duyardım ki, yaşadığım an dayanılmayacak kadar ağırlaşırdı.” Özen Yula, mahallede gizli sandıkları bir aşkı yaşayan Şener ve Müjde'yi anlattığı Gizli Aşk Bu kitabında her bölümün başında aşkı başka şekilde tarif ediyor. Yula'ya göre, “Biri gider, biri kalır, bunun adı 'aşk' olur.” Çok okunan ve romanlarında aşkı önceleyen yazarlarımızdan Hamdi Koç, aşkın sahip olmak değil, kadın değil, vücudun ele geçirilişi değil, insanın kendi umutsuzluğuna inanması, inancını ölümcül bir mutluluğa dönüştürmesi olduğunu söylüyor
Aşk üzerine kalem oynatanlardan biri de Prof. Dr. İskender Pala. Pek çok kitabında aşk etrafında dönen ve aşkın bir hastalık olduğunu, geçse de iz bıraktığını söyleyen Pala, “Aşk sarmaşığa benzer. Nasıl ki sarmaşık bir ağacı dıştan sarınca yemyeşil gösterir, aşk da öyledir, aşık insanın gözünde bir canlılık vardır. Ama sarmaşık kuşattığı ağacı içten içe kurutur. Tıpkı aşk gibi. Aşk da doğası gereği insanı kuşatır ve içten içe çürütür.” diyor. Aşkı sarmaşığa benzeten bir başka yazar da Münire Daniş. Aşk ile Hu kitabında Daniş, “Denilir ki, aşk kelimesinin aslı sarmaşıktır. Bu sarmaşığın 'uşuk' isimli hem tatlı hem acı bir meyvesi vardır. Bu mecaz çok çarpıcı. Meyvenin tatlı olanı aşk-ı ilahi ise, ekşi acı olan tadı da beşeri aşk olmalı. İnsanlar beşeri aşka aşina. Fakat beşeri aşktan maksadın hakiki aşka yol bulma, aşkın sırrını keşfetme olduğunu anlayabilene aşk olsun.” diyor. Cemal Süreya “Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti” dizesiyle ediyor sevgilisine sitemini, masum ve çaresiz… Cemil Meriç için aşkın tarifi sevilen kadının elinin ilk defa sıkmaktır. Musikinin verdiği haza benzetir bunu.
Tuna Kiremitçi ise “Aşk bizi mutlu ediyor, çünkü onun sayesinde kurtuluyoruz bilincimizden. Kendimizi aptal gibi hissediyor ve bundan zevk alıyoruz. Aptal bir âşığa dönüşmek resmen mutluluk veriyor bize.” diyor. Ve aşk kitaplarının ünlü yazarı Ahmet Altan, “Herkesin içinde sabırlı bir tohum gibi kendi kozasında saklı duran bir aşk yatar. Bir gün bir güneş parlar, bir yağmur düşer ve tohumun çatlayıp çiçekler açtığını, ruhumuzun rengarenk bir ağaç gibi rüzgarlarla dans ettiğini görürsünüz. O rüzgarlarla dans eden çiçekler, bazen manasız kaprislerle, hoyrat fırtınalarla örselenip, yeniden insan ruhuna dökülür ve bu kez acının tohumları olur aşkın çiçekleri. Zakkum yeşili çiçekler halinde büyüyüp içinizi yakıp kavurur. Aşka lanet eder, unutmaya çalışır, acıyı öldürebilmek için aşkı da öldürmeye uğraşırsınız. Acıdan kurtulabilmek için eksilmeye bile razı gelirsiniz. bahçenin bütününden vazgeçmek olduğunu anlar, bahçeyi bütünüyle seversiniz...