Aidiyet sorununun kıskacında bir mekân: Kasaba

Hatice Sezgin
00:0018/07/2010, Pazar
G: 17/07/2010, Cumartesi
Yeni Şafak
Aidiyet sorununun kıskacında bir mekân: Kasaba
Aidiyet sorununun kıskacında bir mekân: Kasaba

Ferhat Uludere, son romanı Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba'da kırdan kente göç sonrası modernizmin tenhalaştırdığı bir sahil kasabasının çalkantılı ruhunu anlatıyor

Kent ile kasaba arasında büyütülen hayallerin, umutların, tutkuların kaynağı olan Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba tutunamayanların öyküsünü anlatıyor. Tek kurşunla şöhret olup ölen Ajan Şaban, denizkızlarının tuzağına düşen Balıkçı Süleyman, lanetlenen Feymece gibi sıra dışı karakterlerin bunalımı, fantastik canlıların kattığı büyüyle renklenerek bir kasabada yoğunlaşıyor. Uludere, kendini terk ettiği yerde bulan insanların kasabasına yaptığımız büyülü yolculukta bir gerçeğin altını çiziyor: Aidiyet sorunu!

Yazarlar aslında kendi yaşamlarını anlatırlar. Necip Fazıl Kısakürek Bir Adam Yaratmak'ta bunun tartışmasını çok iyi yapar. Siz Lüleburgaz'da yaşadınız, bir sahil kasabasında. Kitap sizi ve çevrenizdeki insanları ne kadar yansıtıyor? Oluşturduğunuz Feryat, Kel Tayfun gibi karakterler hayatın içinde ne kadar nefes alabiliyor?

19 yaşına kadar oradaydım. Önceki kitabım 1001 Fıçı Bira biraz fazla otobiyografik bir kitaptı. Ama Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba'daki Feryat'la birebir ilintili değilim. Karakterlerin bir kısmı gerçekten yaşamış insanlar. Kel Tayfun'un ikilemleri gerçektir mesela. Gündelik hayatta karşılaşabileceğimiz bir tiptir. Bazılarının hikâyelerini ise değiştirerek yazdım. Yani hiçbir şekilde benden bağımsız değiller. Kitaptaki karakterlerin çoğunda ben varım. Çünkü şöyle düşünerek yazıyorum: Bu karakterin yerinde ben olsam nasıl davranırdım?

Kitapta en çok hangi karaktere kendinizi yakın hissediyorsunuz?

Feryat'a.

Feryat ile Hazan'ın yaşadığı bunalım kitabın merkezinde yer alıyor. Bir yanda küçük bir kasabada huzuru bulabileceğini düşünen Feryat, diğer tarafta ise dar kasabadan taşan büyük özlemlere sahip, hayallerini ancak kentte gerçekleştirebileceğine inan Hazan. Adeta bir kördüğüme dönüşen aşkları, bireyleri aşan bir toplumsal sorunun dışavurumu sanki. Kasaba giderek tenhalaşıyor, kente gidenler ise yalnızlaşarak geçmiş yaşamlarına dönüş sancısı çekiyor. Bu yenik aşkın kırdan kente göçün trajik bir sonu olduğu tespiti ne kadar yerinde olur?

İlk gençlik yıllarımızda yüzleşmiştik bu sorunla, acısını yaşamıştık. Tek bir özlemimiz vardı; buradan kurtulalım. Neden kurtulmalıydık? Enerjimiz vardı, hayata bakışımız farklıydı, yapmak istediklerimiz vardı. Ben yazar olmak istiyordum bir arkadaşım heykeltıraş. Bu hayallerimizi gerçekleştirmek için büyük şehre gelmeliydik. Geldiğimizde ise bambaşka bir sorun ortaya çıkıyordu: Aidiyet sorunu! “Ben nereye aidim?” sorusu cevapsız kalıyordu. Hazan'la Feryat'ın sıkıntısı da bu. Birinin kasabayı terk edebilmesi, diğerinin ise edememesi. Feryat şehre gidip memnun kalmayan, kasabasına geri dönen biri. Hazan'la yaşadığı bunalımda bu toplumsal gerçeklik çok belirleyici tabii ki.

Hazan ile Feryat'ın kasaba-kent ikilemi etrafında dönen aşklarının sonuna bakarak ne söyleyebilirsiniz?

Kent kazanır, kent her zaman kazanır!

Kitaptaki karakterlerin büyük çoğunluğunun hayal kırıklıklarıyla, acılarla dolu bir yaşam öyküsü var. Roman boyunca ağırlığını hissettiren bu hüzün, kaynağını nereden alıyor?

Hüzün kasabanın gerçeği. Bu insanlar gerçekten çok çaresiz. Ajan Şaban'ın hikâyesi nispeten gerçektir. Bizim kasabamızda bir ağabeyimizin gidip İngiliz Kemal'i oynadığı söylenir, sonra geri dönmüş tabii. Herkes bir çıkış noktası arıyor kasabada. Orada mahalle takımında oynayan bir futbolcu, dünyanın en iyi futbolcusu olduğunu söyler. Ama bir türlü ailesini bırakıp gidememiştir şehre. Kasabada müzik yapan insanlar, aslında bu dünyanın en yetenekli müzisyeni zannederler kendilerini. Çünkü mukayese etme şansları yoktur kendilerini başka insanlarla. Çok yakın bir arkadaşım kasabanın tüm barlarında müzik yapmıştı. Haklı bir şöhreti vardı. Ama İstanbul'da aynı ilgiyi görmedi. Sonra kasabadaki şöhreti tercih etti. Onların büyük hayalleri var ama gerçekleştiremiyorlar. Arzularının karşılığını kasabada bulamadıkları için umutsuzlar.

Romandaki kadın imajı, oldukça dikkat çekici. Balıkçıları tuzağına düşüren denizkızı, uğruna kan dökülen Feymece, Feryat'ı perişan eden Hazan… Kadın karakterlerin birçoğu erkeği büyüleyen, peşinden sürükleyen bir çıkmaz adeta. Neden?

Bunu şimdi siz söyleyince fark ettim. Kitaptaki kadın karakterleri bir araya koyup hiç düşünmemiştim. Kitap gerçekten gösterişli kadınlar ve onlara âşık, tutkun adamlar üzerine kurulu. Kitabın asıl çıkış noktasını çocukken babaannemin anlattığı masalların etkisi oluşturdu. O masallar ve doğu masallarında gösterişli kadınlar ve onlara tutkuyla âşık adamlar vardır. Kadınların peşinden gidip felakete uğrayan adamlar perişan olurlar. Burada da benzer bir şey var. Aslında başta böyle kurgulamamış olsam da böyle yazmış olmak şimdi hoşuma gitti. Kitap buradan bakınca erkekler üzerinden giden bir kitap oluyor. Hazan'la başlıyor ve al karısı ile devam ediyor bu kadın imajı.

Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba'da okuyucu 'denizkızı, deniz atı, al karısı, balıkçı ruhları' gibi birçok fantastik canlıyla karşılaşıyor. Denizkızına alışığız belki ama 'al karısı'na değil. Bu geleneksel bir figür. Yaşanan esrarengiz olaylarda büyük payı olan bu karakterleri nasıl belirlediniz?

Aslında kavramları karşıma alıp tek tek seçmedim. Bir kasaba anlatacaktım ve o kasabanın söylenceleri vardı. O söylencelerden yola çıktım. Mesela 'al karısı' Trakya'da çok anlatılan bir hikâyedir. Çocukluğumdan beri dinlediğim için benim bilinçaltımda yer edinmişti. Öte yandan denizatları. O, bildiğiniz anlamda deniz içindeki hayvan değildir. Binbir Gece Masalları'nda anlatılan mitolojik bir yaratıktır. Sahilde kısrak kokusunu duyduğu zaman denizden çıkan atlardır onlar. Karakterlerin bir kısmı okuduğum hikâyelerden etkilenmemle, diğerleri ise çocukluğumdan beri bana anlatılanlarla şekillendi. Loğusa bunalımına halk arasında fantastik bir ad konup 'al karısı' denmiş. Yine karabasan, uyku felcinin halk arasındaki dillendirilişidir. Bunlar benim çok hoşuma gidiyor. Lohusa bunalımı bilimle tek kelime olarak anlatılabilir ama bunu 'al karısı' sembolü ile mitolojik efsane haline getirmek edebiyatın işidir. Bilimin tek kelime ile anlattığı şeyi burada sayfalarca anlatabiliyorsunuz.

Şehirde yaşıyorsunuz ve geleneksel inanışları, kasabaya özgü değerleri anlatıyorsunuz. Kendinizi nereye ait hissediyorsunuz?

Ben bir kasabaya aidim, bunu baştan söyleyeyim. İstanbul benim gözümde bir iş hanıdır, ilişki biçimiyle, her şeyiyle. İzne çıkmışsam şehirde durmam, bir kasabaya giderim. Ruhen kasabaya aidim ama kasaba benim ona aidiyetimi kabul etmiyor. Gittiğimde tanıdığım çok fazla insan olmuyor. Bir on yıl sonra orası benim için ne ifade edecek bilmiyorum. Eskiden tamamım oraya aitti, şimdi bir kısmım orada.

İlk romanınız 1001 Fıçı Bira, ikincisi ise Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba. Son kitapta da ağırlığını hissettiren bu alkol vurgusunun kaynağı nedir?

Üçüncü romanım “Amatem'de Tedavi” olacak herhalde (Gülüyor). Çaresiz insanlar kendilerini içmeye veriyorlar. Birçok yerde erkek çocuklar için ergenliğe girmek sigara içmek demektir. Benim yaşadığım kasabada ise delikanlı olmak içki masasına oturmak olarak algılanıyordu. O kasabanın en büyük sorunuydu bu aslında. Trakya kasabalarında 12 Eylül'den sonra yaratılmış bir şey. Ben çocukken iki sinema vardı. Pazar günleri 4-5 filmi ardı ardına izlerdik, akın akın yazlık sinemaya giderdik. Kasaba alkolsüz bir eğlence kültürüne sahipti. 12 Eylül'den sonra sinemalar kapandı. Artık film izleyebileceğimiz tek yer İstanbul'du. Lise öğrencisinin cebinde de oraya gidecek kadar para yok. Eğlence anlayışınız bir anda değişiyor. Orada içki bir tercih olmuyor artık, sadece gidilen yerde yapılan bir eylem haline geliyor. O, toplumsal dönüşümün yarattığı ve dayattığı bir sonuç. Türkiye'nin Avrupa'ya en yakın kasabalarından birinden sinemayı, tiyatroyu, kitapçıları kaldırırsanız çıkacak sonuç bu olur. O yüzden artık insanlar ağırlıklı olarak meyhanelerde eğlenmeye başladı.

Romanın kapağındaki illüstrasyon ilgi çekici. Kitabı okurken de yer yer karşılaştığımız, kurguyla bütünleşen bu çizimler nasıl oluştu?

Serkan Yüksel çocukluk arkadaşım benim. Çok yetenekli biri aynı zamanda. Kitap için çok orijinal çalışmalar yaptı, hepsi için üzerinde ayrı ayrı uğraştı. Beraber büyümenin getirdiği ortaklıklarımız var. Aynı mekanda bulunmanın, aynı gelenekten gelmenin, aynı yazarları okumanın, sevmenin, aynı duygu ile yaşamanın getirileri... Biz benzer bir yerden bakıyoruz hayata. Çizimlerin hiçbirine müdahale etmedim ama çizimler geldiğinde de “Daha fazlası olamazdı” dedim.