Müzik ve Kilise

00:0024/10/2010, Pazar
G: 23/10/2010, Cumartesi
Yeni Şafak
Müzik ve Kilise
Müzik ve Kilise

Kilise'nin yönlendirdiği ve şekillendirdiği çoksesli müzikte Kilise monarşisine ve Hıristiyan öğretisine uygun yaklaşım ve uygulamalar görmek mümkün

12. ve 13. yüzyıla doğru Batı'da müziği ve sanatı şekillendiren (kimilerine göre de filizlendiren) merkezler Şato, Kilise ve eğitim çevreleridir. Ortaçağ resminin adeta İncil'in “storyboard”u olması, hiç boşuna değildir. Kilise'de müzik, uzun yıllar boyunca tek sesli olarak icrâ edildi. Ancak zamanla içeriden gelen baskılar, talepler, Kilise dışındaki gelişmeler ve değişim sonucu yine Kilise'nin içinde, çoksesliliğe yöneliş başladı. O halde bu örneklere bakarak şöyle düşünmek mümkün: Kilise'nin yönlendirdiği ve şekillendirdiği çoksesli müzikte hem Kilise monarşisine ve hem de Hıristiyan öğretisine uygun yaklaşım ve uygulamalar görmek mümkün olabilir.

Özellikle görsel sanatlarda derinlik ve perspektif olayının gündeme gelmesi, müzikte de benzer deneyler yapılmasını sağlamıştır diyebiliriz. Müziğe derinlik kazandıran iki ya da daha çok sayıda ezgi çizgisinin organum yöntemiyle eş zamanlı olarak birleşmesi, müzik sanatının perspektif kazanmasına doğru atılan ilk adımlardandır. Çalgı ve insan sesinin aynı ezgiyi seslendirdiği “heterophony” de, çoksesliliğe atılan adımlardandır. Bütün bunları görmek ve anlamak gerekiyor. Ancak yine de çokseslilik-tekseslilik gibi sığ tartışmalara girmeden, hatta “çokseslilik de tekseslilik de yok, bunların hepsi politik şeyler” diye kestirip atmadan ve bunun müzik sanatının kendi içindeki gelişme hareketi olduğunu serinkanlı bir şekilde düşünerek konuşmalıyız.

(Bu yazıda, “çoksesli-teksesli” gibi kavramların gönülsüz kullanıldığını da belirtmeliyim.)

Polyphony'nin (çoksesliliğin) gelişme süreci, Ortaçağ'ı izleyen ve Rönesans'a varan Gotik Dönem içinde üç aşamada gerçekleşmiştir: Notre-Dame Dönemi, Eski Sanat (Ars Antique) Dönemi ve Yeni Sanat (Ars Nova) Dönemi. Philip de Vitry öncülüğünde gelişen Yeni Sanat Dönemi ile birlikte bir taraftan dinsel Kilise simgeciliğinden insanî sıcaklığa, canlılığa doğru geçişler yaşanmaktaydı. Rönesans ile birlikte müzisyen belki bir anlamda Kilise'nin baskısından kurtularak rahatladı ama, öte yandan sosyal çevrenin etkisine girmeye, o yıllarda Avrupa'da gelişme gösteren düşünce akımlarının da tesirinde kalmaya başladı. Bu arada Barok Dönemi de hatırlamak gerekiyor. Bu dönem, mimarî bir akım olarak aşırı süslemeye kaçılan bir dönem. Müzikteki süslemeler de, bu dönemin şatafatlı mimarisinin bir yansımasıdır. Barok müziğin en büyük özelliği karşıtlıklar (kontrast) üzerine kurulu olmasıdır. Bu müziğin her öğesinde karşıtlık vardır. Sonoritede (ses dolgunluğu), eserin yürüyüşünde, ritmde, anlatımda ve ruhsal derinlikte… yani her şeyde.

Mimaride yüksek kuleli yapıları, özgün üslûblu, ihtişamlı katedralleri ve geniş meydanlarıyla bilinen Gotik Çağ, müzikte de aynı döneme adını verir. İlginç olan şudur ki, Gotik Çağ'da mimari yapıların dikeyleşmesiyle birlikte müzikte de yataylıktan (horizontal), yani bir anlamda tek seslilikten dikeyliğe (vertical), yani çoksesliliğe doğru bir dönüşüm de başlar. “Kilise, 12. yüzyılda ilk kez çoksesli müziği şartlı olarak kabul eder” sözünü de alelacele benimsemek yanlış olur kanaatindeyim. Kilise, teksesli müziğin çoksesli hâle getirilmesini teşvik eder. Ancak, çoksesle gelen süslemeler, dinsel törendeki ciddiyeti zedelememelidir. Dinsel müzikte çokseslilik de, Paris'teki Notre-Dame Katedrali'nde başlar. Notre-Dame, aynı zamanda bütün Avrupa müzik devriminin kalesidir.

Batı müziğindeki bu aşamalar, zaman zaman yaşanan gerginlikler, tartışmalar, kim ne derse desin onun gelişmesine ve daha uluslararası bir nitelik kazanmasına yol açmıştır. Bizim müziğimizin durumu ise içler acısıdır. İcrâına ve onu kimlerin temsil ettiğine bakılarak durum anlaşılabilir. Bu saatten sonra yapılacak şeylerden biri ne olabilir diye düşünüyorum da, “Şu bizim, şu Batı'nın” gibi anlamsız ayırımları bir yana bırakarak, işi bir “üstünlük-düzeysizlik”, “çağdaşlık-çağdışılık”, “gerilik-ilerilik” gibi gereksiz tartışmalara da girmeden, varolan her şeyin insanlığın malı olduğunu anlamaktan ve kabul etmekten başka bir yol olmadığı sonucuna varıyorum.