Mültecilere sırtımızı dönmek ve değerlerimiz için mücadele etmeyi bırakmak yerine, bunca katlanılmaz koşullara maruz kalan Afganların trajedisini görünür kılmaya çabalamamız gerek. Bu insanlık borcudur.
Kendinizi, daha vatanın ne olduğunu anlayamadan gurbetin, yerinden olmanın acı verici hikâyesinin ortasından hayata dalan Afgan bir mülteci olarak hayal edin. Ülkeniz bir işgal gücü ile başka bir işgal gücü arasında el değiştirirken doğmuşunuz. Babanızı Tacikler ile Peştunlar arasındaki içsavaşta yitirdiniz. Sizden büyük tüm erkek kardeşleriniz de Taliban tarafından iktidar olma savaşına katılması için zorla evinden götürülmüş. Patlamaların her daim bereketli olduğu ülkenizde mayınlarda bacaklarını yitirenlerin uçaklardan atılan protez bacakların peşinde koşmalarını oyun olarak gören bir çocukluk geçiriyorsunuz.
Siz ve aileniz için savaşın ve çatışmanın eksik olmadığı Afganistan artık yaşanacak bir ülke olmaktan çıkmıştır. Kaderde göç var. Ailenizin geri kalanı ile İran'a kaçıyorsunuz. İran'da ise sığınma hakkına erişim olmadığı gibi yasal yönden de hiçbir hakkınızın olmadığı bir yaşam bekliyor sizi. Okula gitmek bir yana hastalandığınızda İran hastanelerine gitmeye bile hakkınız yok. Kaçak yaşamaya, kaçak çalışmaya mahkûmsunuz. Anneniz gecesini gündüzüne katarak çalışıyor. Tüm gün çalışması karşılığında ise sadece sizi ve küçük kardeşlerinizi doyurabilecek kadar para kazanabiliyor. Üstüne bir de İran'da dışlanmanın, aşağılanmanın, çoğunluk şovenizminin bin türlüsüne maruz kalıyorsunuz. Ancak çatışma ve zulümlerden temcit pilavına dönmüş zihniniz bunları umursamıyor bile. Sizin için güvenli bir toprak parçası ve yiyecek bulmak önceliklidir. Size aşağılayarak bakan bir çift göz, geride bıraktığınız ülkenizde yaşadıklarınız ve gördüklerinizin yanında ne ki?
BM Afganlardan kurtulmanIn hesabInI yapIyor
Henüz birkaç yıl geçmeden İran da sizin için yaşanabilecek bir ülke olmaktan çıkıyor. Çünkü Tahran yönetimi 'Afgan hükümetine zarar veren, ABD'ye de verir' düşüncesiyle ülkesindeki Afganları sınırdışı etmeye başlıyor. Afganistan'a dönmek demek zaten kıyısında yürüdüğünüz yaşamı kendi ellerinizle bitirmekten farksız. Bu yüzden siz de son bir umutla Türkiye'ye gitmeye karar veriyorsunuz. Orada Birleşmiş Milletler'in mültecileri başta ABD ve Kanada olmak üzere üçüncü ülkelere yerleştirmeler yaptığını söylüyorlar. Kaçakçıya borçlanarak yola düşüyorsunuz. Pasaportunuz olmadığı için kilometrelerce yürümekten başka yol yok. 10 gün yemekten mahrum bir halde, sadece iki kez suç içme fırsatı bularak, durup dinlenmeden sarp dağlardan ibaret sınırları aşıyorsunuz.
Ancak Türkiye'ye geldiğinizde de umutlar yerini bir kez daha hayal kırıklığına bırakıyor. Daha da öte, büyük umutlar bağladığınız Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin sizden kurtulmanın hesabını yaptığını görüyorsunuz. Çünkü üçüncü ülkeye yerleştirme hakkı tüm mülteciler için uygulanırken Afgan dosyalarına müphem ve güvensiz bir hukuksal maske takılarak açıkça ayrımcılık yapılıyor. İçinde bulunduğunuz umutsuzluk ve belirsizliklerin ağır yükü altındaki ruh hali zaten aşina olduğu bu ayrımcılığa da alışıyor.
Türkiye'de tükenen umut bu kez size Yunanistan'ı işaret ediyor. İlk denemenizde Yunan Sahil Güvenlik görevlilerine yakalanıyorsunuz ve bir kürek bile vermeden lastik botla denizin ortasında ölümle baş başa bırakılıyorsunuz, ta ki Türk Sahil Güvenlik görevlileri sizi alana dek. İkinci seferde ise başarılı oluyor, önce Yunan adalarına sonra da Atina'ya, diğer Afganların yanına gidiyorsunuz.
Buradaki yegâne sığınağınız ise araba kaportası, odunlar ve çöpten bulduklarınızla inşa edilen kulübelerden ibaret. Bu daha ne ki? Yaşamınızda açılan Yunanistan sayfası tam olarak insanlığın dışında bir yere tekabül ediyor. Duyduklarınız, gördükleriniz ve yaşadıklarınız tüyler ürpertici. Yolda yürürken nedensiz yere tutukevine alınan bir arkadaşınız burada susadığını söylediği için ağzına işendiğini, bir başka arkadaşınız da yolda yürürken polislerin üzerine saldırgan köpekleri saldığını anlatıyor. Yunanistan'da umudunuz yitse de yaşam direnişiniz kırılsa da tek çareniz umut yolculuğuna devam etmek olduğu için her şeye katlanarak burada para kazanma yolları arıyorsunuz. Başka bir ülkeye gidecek parayı toplamak uğruna insanlık dışı koşullarda modern köleler olarak aylarca çalışmak zorundasınız. Hem de her an aşırı milliyetçi grupların saldırılarına maruz kalma olasılığı veya bir şafak vakti kaldığınız yerin ateşe verilme riskiyle birlikte…
Afgan mültecilerin trajedisi, Yunanistan'da hayatta kalmayı başarabilirlerse tıpkı büyükbaş hayvanlar gibi araçlarla taşınarak Avrupa'nın diğer ülkelerine ulaştıklarında da sürüyor. Ya da umutla aralarına ölüm giriyor. Bu noktada, anımsadıkça çok etkilendiğim utanç verici MS Tapma Olayını hatırlayalım: Yıl 2001. Norveç bandıralı MS Tampa gemisi, tam da geçtiğimiz hafta 48 mülteciye mezar olan Christmas adası yakınlarında, çok sayıda Afgan mülteciyi taşıyan botun fırtına nedeniyle batmasıyla deniz üzerinde ölümle baş başa kalanları insani bir müdahalede bulunarak gemiye almıştı. MS Tampa bitkin mültecilerle birlikte Avustralya limanına gelse de Başbakan John Howard ülkesine “o insanların” asla getirmemesini istemiş hatta ölenlerin botun batmasından değil Afgan mültecilerin kendi çocuklarını denize atmasından dolayı olduğunu öne sürmüştü. Bu mülteciler daha sonra Avustralya Devleti'nin bir miktar para ödemesiyle Nauru mülteci kampına gönderilmişti.
Hastalıklı bir benliği seçerek mültecilere sırtımızı dönmek ve değerlerimiz için mücadele etmeyi bırakmak yerine, işte bunca katlanılmaz koşullara maruz kalan Afganların trajedisini görünür kılmaya çabalamamız gerek. Bu bir insanlık borcudur. Afgan mültecilerin umutlu olmaları için sebepleri olduğunu gösterelim ve hayata bir de Afgan mültecilerin gözünden bakmayı deneyelim. Belki o zaman bu hikâyenin sonu değişebilir.