'Muhafazakâr sinema yazarı' tam olarak ne demektir?

Ali Murat Güven
00:0019/10/2008, Pazar
G: 19/10/2008, Pazar
Yeni Şafak
'Muhafazakâr sinema yazarı' tam olarak ne demektir
'Muhafazakâr sinema yazarı' tam olarak ne demektir


Aşağıda okuyacağınız manifesto, hem ülkemizde, hem İslâm coğrafyasında, hem de dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan yüzmilyonlarca dindar sinemacı ve sinemaseverin, aynı zamanda da televizyon sektörünün çeşitli alanlarında görev yapan Müslüman dindaşlarımızın, yıllardan bu yana gerek şahsıma, gerekse kendi vicdanlarına sıklıkla yönelttikleri hayatî öneme sahip bazı sorular karşısında merak ve özlemle aradıkları tatminkâr cevapları bulmaları dileğiyle hazırlanmıştır.

Yazı boyunca
“muhafazakâr”
sözcüğüne yüklenen yegâne anlam
“takvâ”
, yani
“Allah korkusu”
dur.
Rabbimiz,
Yeni Şafak
gazetesi sinema sayfası üzerinden Türk sinema yazarlığı tarihine düştüğümüz bu kaydın ve mesleğimizi ifâ ederken kalbimizde taşıdığımız iyi niyetin Ahiret Günü'ne kadar şahidi olsun.
Ve dilerim ki
“Büyük Yargılama”
zamanı geldiğinde, aramızdan milyonlarca kişinin hayatlarını adadığı bu sektör ve ona ilişkin bütün uğraşlarımız da Yüce Yaratıcı'nın katında gerçek bir anlam, kalıcı bir değer kazansın.


* * *

“Kulları içinden ancak ilim sahipleri Allah'tan gereğince korkarlar.”

Kur'an-ı Kerim, Fatır Sûresi, 28. Âyet

* * *

1) “Muhafazakâr” bir sinema yazarı; evrenin yaratıcısı olan tek ve mutlak bir Allah'a, onun Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e kadar tarih boyunca insanlığın değişik uluslarına gönderdiği -adları günümüzde bilinen ya da bilinmeyen- binlerce peygamberine, kutsal kitaplarına, Şeytan'a ve özel yeteneklerle donatılmış bu varlığın insanlık ailesi üzerindeki ayartıcılık misyonuna, diğer dört büyük meleğine, sayısız hizmetkâr meleklerine, farklı bir varoluş boyutunun sakinleri konumundaki cinlerine, bütün yaratılmışlar için evrenin başlangıcında belirlediği kaza ve kadere, Ahiret Günü'ne, Cennet ve Cehennem'ine tereddütsüz bir biçimde inanır.

İnancının gereği, destekleyicisi ve tazeleyicisi konumundaki rutin ibadetlerini harfiyen yerine getirip getirmiyor olması ise bambaşka bir tartışmanın konusudur. Esas olan, yukarıda tek tek sayılmış, imâna ilişkin temel kurallara kalben teslim olması ve bunları pekiştiren ibaretlerin gerçekliğini de samimiyetle onaylamasıdır. “Kâfir olmak” ile “ibadet pratiğinde eksiklik”, bireylerin inanç ile ilişkileri açısından birbirinden tamamen farklı iki durumdur.


2) “Muhafazakâr” bir sinema yazarı; insanoğlunun bu dünyadaki varoluş serüveninin 19'uncu yüzyıl biyoloji biliminin bir önermesi olan “evrim teorisi”nde tanımlandığı biçimiyle başladığına inanmaz. Ona göre, yeryüzünde “akıllı hayat” Hz. Âdem ve Hz. Havva'nın eksiksiz birer insan olarak yaratılması ile başlamıştır. Doğadaki evrimsel dönüşüm, dinin de karşı çıkmadığı üzere, daha ilkel bir varoluş düzleminin canlıları olan “hayvanlar” ve “bitkiler” için -en azından bazı kritik geçiş noktalarında- pekâlâ geçerli olabilir; bu varlıklar tarihsel süreç içinde bulundukları coğrafyadaki hayat şartlarına daha uygun düşecek biyolojik ve fiziksel değişimlere uğramış olabilirler. Daha da ötesi, bütün müminler, doğrudan kutsal kitap kaynaklı bir bilgi olarak, evrenin tamamının -bu alanda bilimsel tanımlamalar yapmayı mümkün kılıp, söz konusu karmaşık yapıyı insan aklıyla kavramayı kolaylaştıran- çeşitli matematik, fizik ve kimya yasalarıyla kurgulandığını peşinen kabul etmektedirler. Bu da “âdetullah”, yani Allah'ın kesintisiz bir biçimde sürüp giden yaratma sürecine bir düzen getirmek üzere koymuş olduğu ilahî kuralların doğal bir sonucudur ve dinsel inançla tezat teşkil eden herhangi bir yönü yoktur.

Ancak, ruhu ve bedeniyle diğerlerinden çok daha farklı ve kompleks bir canlı olan “insan”, Allah tarafından kozmik bir plan dahilinde, bir defada ve eksiksiz olarak yaratılmıştır.


“Muhafazakâr” bir sinema yazarı da bu inancı kalbinde kararlılıkla taşır ve çevresindeki kâfirlerin inancını tartışma konusu yapmasına izin vermez. Bu eleştirel tavrını Stanley Kubrick gibi karizmatik bir yönetmen ve onun imzasını taşıyan “2001: Bir Uzay Destanı” (1968) gibi kült filmler karşısında dahi değiştirmez.


3) “Muhafazakâr” bir sinema yazarı, günlük hayatının her cephesinde olduğu gibi, “sanat dünyası” ve özellikle “sinema sanatı” ile kurduğu entelektüel ilişkilerde de kendisine güvenilir bir kılavuz olarak “beşer yargıları”nı değil, “ilahî yargı”yı esas alır. Kutsal Kitap”ta “iyi/olumlu” ve “kötü/olumsuz” olarak nitelendirilen her şey onun için de “iyi/olumlu” ve “kötü/olumsuz”dur. İnandığı tek ve yanılmaz Allah'ın yargılarından bağımsız olarak kendi kendine yeni bir “ahlâk düzeni”, ilahî buyrukların tanımladığından daha farklı bir “iyiler” ve “kötüler” silsilesi yaratmaya kalkmaz. “Sanat”ı Allah'ın denetiminden tamamen bağımsız, kulun kendi egoları doğrultusunda dilediği gibi at oynatabileceği, erişilmez, dokunulmaz ve eleştirilmez bir “tabusal alan” olarak görmez. “Sanat”ın sanatseverlere sunduğu önermelerin, Allah'ın insanlığa buyurduğu iyilik ve kötülük tanımlarıyla paralel bir çizgide ilerlemesi gerektiğine inanır.

Bu çerçevede de yalnızca son kutsal kitap Kur'an-ı Kerim'in değil, bütün semavî dinlerin “iyi/olumlu” dediği davranışları öven, bunları yücelten sinema eserlerine öncelikli olarak destek verir; “kötü/olumsuz” dediklerinden ise -dünyanın diğer bütün sinemaseverleri onlar hakkında her ne biçimde yorum yaparlarsa yapsınlar- mümkün olduğunca uzak durur. Bu tür zararlı ürünleri yazılarında fütursuzca övmez, insanlığın ortak belleğindeki yayılım çabalarına çanak tutmaz ve sahiplerinin benzer yönde, kötücül mesajlar taşıyan yeni ürünler ortaya koymasının yolunu açacak ekonomik kazançlar elde etmemeleri için de elinden gelen her ne var ise yapar.


Bu maddeyi biraz daha açımlamak gerekirse;


- Yoğun ve saldırgan karakterli bir şiddetin örtülü ya da açık tarzda övgüsünün yapıldığı, bu yolla bütün bir insanlığın, özellikle de çocuklar ve gençlerin belleklerinin kirletildiği, insanlık ailesinin farklı toplumlarının arasına nefret ve düşmanlık tohumlarının ekildiği filmler,


- İçki, sigara ve uyuşturucu madde gibi yıkıcı alışkanlıklara sahip olmanın, yanısıra da sistematik bir kabalık, kavgacılık ve küfürbazlığın çocuklar ve gençler üzerinde “role-model” etkisi yapan “cool” kahramanlar üzerinden hayranlık uyandırıcı birer davranış biçimi olarak sunulduğu filmler,


- Pedofili, sadizm, mazohizm ve teşhircilik gibi cinsel sapmalar ile erkek ve kadın eşcinselliğinin “birey özgürlüğü” gibi cilalı ambalajların içinde, özenilesi birer hayat tarzı olarak işlendiği filmler,


- İnsana ve insanlığa karşı suç işleyen, masum kişilere türlü kötülükler yapan kahramanların öykünün sonunda yaptıklarından dolayı kazançlı çıktıkları ve böylelikle izleyiciye “Kötüler yeterince zeki olurlarsa, hayatta mutlaka kazanırlar” mesajının verildiği filmler,


- Erkek ve kadın bedeninin hiç bir kabul edilebilir estetik, ahlâkî ya da ideolojik gerekçe olmaksızın, salt ticarî gelir elde etme amacıyla ve pornografik bir yaklaşım içinde sergilendiği, insanoğlunun -kolay kolay karşı koyamadığı- en köklü içgüdüsü olan “cinsellik” üzerinden tatlı kârlar sağlamayı hedefleyen filmler,

- “Aile” kurumunu ve bu yapının temel taşı konumundaki “sadâkat” duygusunu hafife alan, “evlilik akti”nin imzalanması sırasında karşılıklı olarak edilen “bağlılık yemini”ni önemsiz ve gereksiz bir eylem gibi gösteren, kadının erkeğe, erkeğin de kadına evlilik ilişkisi devam ederken sergileyebilecekleri ihanetlerin “bireysel özgürlüğün doğurduğu doğal bir hak” olduğu mesajını veren; bu yolla gerek aile kurumunun gerekse eşler arasındaki sevgi, saygı ve sadâkat ilişkisinin sosyolojik, psikolojik, hukukî, dinsel ve ahlâkî değerini düşürmeye çalışan filmler,


- Evlilik dışı cinsel ilişkiyi hiç bir toplumsal, ahlâkî ya da dinsel kaygı hissedilmeden rahatlıkla gerçekleştirilebilecek kadar sıradan, daha da ötesi “insan doğasının gereksinimleri açısından kaçınılmaz, karşı konulmaz bir eylem” olarak sunan; para karşılığı ya da gönüllü fuhuşu yararlı ve eğlenceli bir ilişki türü biçiminde ele alan filmler,

- Sırf etkileyici ve gerçekçi bir sinemasal görüntü elde edebilmek adına, her türden hayvanın kamera önünde -herhangi bir film hilesine başvurulmaksızın- gerçekten öldürüldüğü ya da yaralandığı filmler,


- Bir topluma ya da ırka karşı, dince muteber kaynaklar açısından hiç bir değeri olmayan bir takım dünyevî argümanlarla, “faşizm” ideolojisinin düşünce sistematiği üzerinden ilerleyerek biyolojik ayrımcılık ve ırkçılık yapılan filmler,


- “Evreni yaratan bir Allah'ın aslında hiç varolmadığı ve ona atfedilen bütün kutsal kitapların, peygamberlerin, meleklerin, cinlerin, diğer fiziksel ve fizikötesi kişi, olay, nesne, mucize ve durumların aslında tarih içinde uydurulmuş birer yalan olduğu” tezini örtülü ya da alenen savunan filmler.


Bu içerikteki bütün sinema ve televizyon filmleri; yapımcılığı, yönetmenliği ve oyunculukları her kim tarafından üstlenilirse üstlenilsin, kaç paraya malolmuş ve dünya çapında kaç ödül almış olursa olsun, başkaları tarafından her ne kadar övülürse övülsün, “muhafazakâr” bir sinema yazarı tarafından hem kalben, hem de profesyonel meslekî düzlemde şiddetle reddedilirler.


Sözgelimi, “Brokeback Dağı” (Yönetmen: Ang Lee, 2005) ya da “Cahil Periler” (Yönetmen: Ferzan Özpetek, 2001) gibi erkek eşcinselliğine yönelik açık övgüler içeren; “Ucuz Roman” (Yönetmen: Quentin Tarantino, 1994) gibi insan kıyımını komik ve sıradan bir eyleme dönüştüren, yanısıra da alkol ve uyuşturucu kullanımını alabildiğine stilize ederek izleyiciye “yalnızca sıradışı ve seçkin insanların yaşayabilecekleri keyifli bir imtiyaz” formatında sunan; “Paris'te Son Tango” (Yönetmen: Bernardo Bertolucci, 1972), “O'nun Hikâyesi” (Yönetmen: Just Jaeckin, 1975) “Temel İçgüdü” (Yönetmen: Paul Verhoeven, 1992), “La Luna” (Yönetmen: Bernardo Bertolucci, 1979), “Vahşi Zarafet” (Yönetmen: Tom Kalin, 2007) gibi fuhuş ve ensesti sıradan insanların asla anlayamayacağı türden yüksek bir hayat tarzının entelektüel arayışları biçiminde ele alan; “Testere” (Bölüm 1 Yönetmeni: James Wan / Bölüm 2, 3 ve 4 Yönetmeni: Darren Lynn Bousman, 2004, 2005, 2006, 2007) ya da “Hostel” serileri (Yönetmen: Eli Roth, 2005 ve 2007) gibi insan bedenini normal bir aklın tasavvurunun ötesindeki sadistik vahşet gösterilerinin tualine dönüştürerek gerçek hayatta kan görmekle oluşan korku ve tedirginliğe karşı adım adım bağışıklık duygusu kazandıran bol ödüllü ve/veya iyi gişe yapmış kimi filmlerin, inancın buyruklarını önceleyen sübjektif bir bakış açısı karşısında hiç bir sanatsal değeri yoktur. Esasen bu gibi yapıtlara yüksek bir sanatsal değer atfedenlerin bütün değer ölçütleri de aynı şekilde sübjektiftir; bunlar başka bir inanç türü olan “inançsızlık”tan beslenmektedir ve böyle olduğu için de her zaman rahatlıkla eleştirilebilecek bir konumdadırlar. “Kutsal”ı kökten reddeden hiç bir değerler sistemine “kutsallık” atfedilemez. Kendisini “muhafazakâr” olarak tanımlayan her sinema yazarı da bu tür mesajların taşıyıcılığı rolüne hayatının sonuna kadar inatla direnmekle yükümlüdür.


Aynı şekilde, “muhafazakâr” bir sinema yazarı, yalnızca kendi dini İslâm ve o dinin kutsallarına değil, putperestliği vaaz etmeyen, tek bir Tanrı inancını merkezine oturtan diğer bütün semavî dinlere karşı da alabildiğine hassas ve hürmetkâr olmak durumundadır. Tıpkı Hz. Muhammed ve sahabeleri gibi, Hz. İsâ'ya, Hz. Musâ'ya, hak dinlerin bu uğurda canlarını hiç çekinmeden Allah yoluna fedâ etmiş olan azizleri ve diğer inanç savaşçılarına saygısızlık eden sinemasal öykülere de kalbiyle, diliyle ve kalemiyle karşı çıkar. Onların sinema yoluyla küçük düşürülmesine ve insanlık için verdikleri mücadelelerin gerçek amacından saptırılarak sunulmasına asla rıza göstermez. Velev ki bu filmleri yapan kişinin adı Martin Scorsese ve filminin adı da “Günaha Son Çağrı” (1988) olsa bile…

Bu ön kabulden hareketle, “Hz. Meryem'in Hz.İsâ'yı ilahî bir mucizeyle değil, aslında evlilik dışı bir ilişki sonucu doğurduğu” gibi iğrenç tezleri işleyen filmleri, kendilerini Allah'a hizmetkârlığına adamış rahip ve rahibelerin bu yöndeki hayat disiplinine saygısızca yaklaşan erotik-pornografik yapımları, gelmiş geçmiş kimi peygamberleri gülünç işler yapmış ve artık modası geçmiş insanlar olarak gösteren sözde komedileri kesinlikle “sinema” ve “sanat eseri” olarak kabul etmez.


4) “Muhafazakâr” bir sinema yazarı, günümüzdeki geçersizlikleri dince muteber kaynaklar tarafından da vurgulanmakta olan köhne gelenek ve görenekleri değil, inancın, örfün, gelenek ve göreneklerin daima iyi, güzel ve olumlu cephesini “muhafaza etmeye” çalışır. Onun muhafazakârlığı, her eskimiş olanı koruma altına alıp saklamaya ve eleştiriler karşısında körü körüne savunmaya dayalı bir “çöp-ev muhafazakârlığı” değildir. Anne-babayı ve kardeşleri her fırsatta arayıp sormayı, saygıya değen aile büyüklerini sevip saymayı ve bayramlarda ellerini öpmeye gitmeyi vaaz eden bir muhafazakârlık anlayışını kararlılıkla savunduğu gibi, “beşik kertmesi”, “başlık parası”, “berdel”, “töre cinayeti”, “canı sıkıldıkça eşini dövmek” ya da “kız çocuklarını okutmamak” gibi Kur'an-ı Kerim ve İslâm peygamberinin vaaz ettiği yüksek hayat tarzı içinde hiç bir somut dayanağı bulunmayan kimi çürümüş gelenek ve görenekler karşısında da gözünü kırpmadan “devrimci” olmasını bilir.


5) “Muhafazakâr” bir sinema yazarı, kadın ve erkeğin Allah huzurunda kul olarak bütünüyle eşit, ancak biyolojik ve ruhsal açıdan farklı yaratılmış, dolayısıyla bu dünyadaki misyonları da farklı iki varlık türü olduğuna inanır. Kadınların sinema endüstrisi içinde öncelikli olarak zekâları ve bilgi birikimleri nedeniyle talep görecekleri yapımcılık, yönetmenlik, senaristlik, kurguculuk, seslendirmecilik ve kısmen de oyunculuk gibi stratejik görevlerde yer almalarını destekler. Ancak, bu insanların -zekâlarına yönelik hiç bir talep olmaksızın- sırf fiziksel güzellikleri nedeniyle yıllar boyu evire çevire kullanıldıkları, yaşlanıp fiziksel cazibelerini yitirdiklerinde ise içi dolmuş bir çöp poşeti gibi sistemin dışına atıldıkları, tek derdi “et ticareti” olan bir görsel sömürü düzenine de var gücüyle karşı çıkar.

6) “Muhafazakâr” bir sinema yazarı, sinemayı tarihçesi, teknolojisi, ideolojisi, belli başlı akımları, türleri ve alt türleriyle birlikte çok iyi bilir. Kendisinin izlediği bu yolun demokratlıkla, sanatseverlikle, sinema uzmanlığıyla ve yazarlık mesleğiyle uzlaşmadığını ileri sürenler çıktığında, muhataplarını bilgi birikimi ve ortaya koyacağı argümanlarla iki seksen yere uzatma kabiliyet ve kapasitesine sahip olmak zorundadır. Bu tür bir kabiliyet ve kapasiteye sahip olmadığı takdirde, karşıtlarından yiyeceği yumruklarla yalnızca kendisine değil, temsil ettiği kutsallara da zarar vereceğinin bilinci içinde meslek hayatının her anında sürekli bir yenilenme içinde olmalı ve kendisini sinemanın hem endüstri, hem de sanat boyutu üzerine derin bir bilgi birikimi edinmeye adamalıdır. Mesleğiyle ilgili olarak yeterince donanmış birine dönüştüğünde, kendisi gibi düşünmeyen meslektaşları ve muhatapları tarafından ona “batıl düşünce” adına satılacak herhangi bir şey de kalmayacaktır.


Öte yandan, “muhafazakâr” bir sinema yazarının derin bir “sinemasal bilgi”yle donanmış olması, o bilgi akışıyla gelen her estetik/ideolojik/ahlâkî önermeyi de mutlak surette onayladığı anlamına gelmez. Ancak, bu yola baş koymuş biri olarak, salt “yeterli literal bilgi sahibi” olmak adına, çok geniş bir veri okyanusunda sabır ve inatla bir kaç tur atmış olmalıdır. Bu stratejik tavırdan hareketle, muhafazakâr bir sinema yazarı Hollywood merkezli “ana akım sinema”nın gözde yıldızı Angelina Jolie'yi tanıdığı gibi, porno sektörünün kendi çapındaki yıldızı Jenna Jameson'ı da tanır. Aynı şekilde, sinema tarihinde yeni bir akımın öncüsü “Bisiklet Hırsızları”nı bildiği gibi, bir başka akımın simgesi konumundaki “Derin Gırtlak”ı da bilir.


7) “Muhafazakâr” bir sinema yazarı, muhatapları genelde bu alanda kalem oynatan kişileri pısırık, mıymıntı, bilgisiz, yüreksiz, donanımsız, “gericilik” ideolojisinin bütün uyuz edici unsurlarıyla bezeli suflî tipler olarak görmeye pek meyyâl oldukları için, en üst düzeyde “donanımlı”, “hazır cevap” ve “fırlama” bir insan türü olmak zorundadır. Henüz bu varoluş düzlemine erişmiş olmayanlar da temsil ettikleri kutsal değerleri lâyıkıyla savunabilmek için tez zamanda böyle olmak zorundadırlar. Bu yola baş koymuş birinin “çapsız” olmaya ve “yarışta geride kalmaya” hakkı yoktur.

8) “Muhafazakâr” bir sinema yazarı, bir film eleştirisi ya da sinema sanatı üzerine herhangi bir değerlendirme yazısı yazmaya başladığında, teknik boyutla sınırlı bir bilgi alışverişi haricinde, ele aldığı konu başlığı üzerine başkalarının ne yazdığına dönüp bakma gereksinimi duymaz. Onun kendine ait gözlemleri ve doğruları vardır; mesleğini bu doğrular paralelinde, hiç kimsenin etki alanına girmeden özgürce icrâ eder. Böyle bir misyon taşıdığını düşünen her insan da kendisinden önce söylenmiş sözleri papağan gibi tekrar edip kitlelere yaymaya çabalayan bir “fotokopici” değil, ülkesinde egemen olan kültürel oligarşinin alışkın olmadığı türden yepyeni şeyler söyleyen bir “trend kurucu” olmakla yükümlüdür.


9) “Muhafazakâr” bir sinema yazarı için “sanat eseri”, onu ortaya koyan “sanatçısı”ndan bütünüyle bağımsız ele alınabilecek kutsal bir varlık değildir. Sanatçının kamuoyuna mâlolmuş kişisel ahlâksızlığı, inançsızlığı ya da ilkesizliğinin, onun ürettiği eserlere de şu ya da bu oranda yansıyabileceğini öngörür. Sahip olduğu bu tür ön bilgiler ışığında, onun eserlerine yönelik değerlendirmelerini de itidalli bir yaklaşım eşliğinde yapar.


10) “Muhafazakâr” bir sinema yazarı, sinema yazarlığı mesleğinde bu yönde bir siyasal/estetik/ahlâkî duruşu yok saymanın, reddetmenin ve dahası her fırsatta aşağılamanın yalnızca Türkiye gibi az gelişmiş üçüncü dünya ülkelerine özgü hastalıklı bir durum olduğunun bilincindedir; o yüzden motivasyonunu hiç bozmadan, yoluna kararlılıkla devam eder. Japonya'dan ABD'ye, İngiltere'den Fransa'ya dek, dünyanın her köşesinde daha başka muhafazakâr sinema yazarlarının da bulunduğunun; dahası, bu kişilerin yaşadıkları toplumlardaki sinemaseverler üzerinde yüksek bir saygınlık ve etki gücüne sahip olduklarının farkındadır.


11) “Muhafazakâr” bir sinema yazarı, entelektüel olarak partizanlıktan, cemaatçilikten ya da tarikatçılıktan beslenmez. İnanca ilişkin bu tür dünyevî alt-küme oluşumları onun umurunda bile değildir. Tek ve değişmez ilham kaynağı olarak Kur'an'ı Kerim'i esas alır ve mesleğini icrâ ederken onun kılavuzluğunda yürür. Gerçek anlamda kutsal olan belli bazı kişi, kurum ve değerler haricinde, ulusal / uluslararası kamuoyunda dinsel, tarihsel ya da siyasal bir kimlik içinde tanınıp popüler olmuş her türlü kişi, kurum ve toplumsal grubun dengeli bir tavırla ele alındığı, gerektiğinde de eleştirildiği sinema eserlerine geniş bir hoşgörüyle bakar.


12) “Muhafazakâr” bir sinema yazarının sinemaseverliği ve bu alandaki bütün bilgi birikimi “Hollywood kültürü”nden ibaret değildir. Yazılarında, bilgisi ve gözlemleri elverdiğince Amerikan sineması dışından, özellikle de sinema endüstrisi henüz yeni yeni gelişme yolunda olan üçüncü dünya ülkelerinden gelen filmlere vurgu yapar, izleyicinin dikkatini bu yöne doğru çekmeye çalışır. Kendi ülkesinin çok zor koşullarda film yapmaya çabalayan sinemacılarını ve bunların türlü yokluklar içinde ürettikleri eserlerini, Hollywood'un üçüncü dünya ülkeleriyle kıyas kabul etmeyecek koşullarda çalışan kudretli sinemacıları karşısında pozitif bir ayrıma tabi tutar. Yanısıra, Asya, Afrika, Kuzey Amerika, Güney Amerika, Avustralya ve Avrupa'da üretilmiş bağımsız filmleri, özellikle de İslâm coğrafyasından gelen nitelikli yapımları -yukarıdaki kutsal değerlere yönelik açık bir saldırganlık içermedikleri sürece- daha yoğun olarak destekler. Bu tavır da İslâm dininin hayatın her alanına egemen kılınmış genel bir ilkesi konumundaki “mazlumun ve güçsüzün yanında olma” kuralıyla tam bir uygunluk arzetmektedir.


13) “Muhafazakâr” bir sinema yazarı, bu önemli sanat ve endüstri dalına hayatı boyunca verdiği emekler, söz konusu alanda kazandığı deneyimler, yaşadığı toplum içindeki sosyo-ekonomik pozisyonu, mesleğindeki kıdemi ve kaderinin ona çizdiği yol vesilesiyle üzerine sonradan giyme fırsatını bulduğu, yalnızca dünyevî değere sahip bulunan bütün “akademik” ya da “profesyonel” unvanları bir yana, kendisini Allah karşısında diğer bütün insanlarla eşit ve en fazla “bir başka kul kadar önemli” olarak görür. Hiç beklemediği bir anda diğer bütün ölümlüler gibi kendisinin de son nefesini verip öte âleme gideceğinin bilinciyle yaşar. Bundan dolayı, içinde bulunduğu sektörün geleneksel davranış kalıplarına uyarak, onu seven ve izleyen kitleler huzurunda “erişilmez” bir kişilik olmaya çabalamaz. Başka insanlara, özellikle de kendisinin bilgi birikimi ve deneyimlerinden yararlanma talebinde bulunan genç sinemacı ve sinemaseverlere karşı “snob” tavırlar sergilemek gibi bir lüksü yoktur. Bilginin paylaştıkça değerli olduğunu gayet iyi bilir; o yüzden de toplumsal ilişkilerinde rahat ve daima vericidir. Adresini, boş zamanlarını ve cep telefonu numarasını, bilgiye ihtiyacı olanlardan asla esirgemez.


14) “Muhafazakâr” bir sinema yazarı, en az uzun metrajlı ticarî sinema ürünleri kadar, sinemanın “sanat”a dönüşme çabasına çok önemli katkılarda bulunan “kısa film”, “belgesel” ve “deneysel sinema” ürünlerini de en üst düzeyde önemser. Sanatçıyı her türlü kapitalist boyunduruktan kurtaran, ona özgür ve bağımsız bir sinema dili kurma fırsatı veren bu gibi eğitici-öğretici film türleriyle uğraşanlara var gücüyle destek olur; giriştikleri yeni projelerde moral verir ve ticarî sinema için üretilen eserler kadar yoğun bir tanıtım fırsatı bulamayan bu gibi alternatif sinema örneklerini sinemasever kitlelere duyurabilmek için elinden gelen her türlü katkıyı yapar.

15) “Muhafazakâr” bir sinema yazarının hayatı ve mesleğindeki duruşunu tanımlayan yukarıdaki ölçüt, kural ve kaygılar, özelde sinema, genelde de sanatın bütün dalları ile uğraşmayı kendisine amaç olarak belirlemiş her gerçek Müslüman'ın sahip olması gereken ortak ölçüt, kural ve kaygıları temsil etmektedir.


* * *
Yukarıdaki manifesto, üzerinde uzunca bir süre çalışıldıktan sonra, 13 Eylül 2008 Cumartesi günü tamamlanmış ve Yeni Şafak internet edisyonundaki sinema sayfasına aktarılmıştır.