Kriz ve kaosla yaşamayı öğrenmeliyiz

Murat Aksoy
00:0023/08/2010, Pazartesi
G: 23/08/2010, Pazartesi
Yeni Şafak
Kriz ve kaosla yaşamayı öğrenmeliyiz
Kriz ve kaosla yaşamayı öğrenmeliyiz

Önce YAŞ sonra HSYK krizi/kaosu olarak tanımlanan süreç bize şunu gösterdi: Bundan sonraki süreçte ne “kriz”den ne de “kaos”tan korkmak gerekiyor. Tam tersine bu durumların Türkiye'nin normalleşmesi yolunda önemli kavşaklar olduğunu artık idrak etmek gerekiyor artık.

Türkiye'de “kriz” ya da “kaos” son dönemde bazı kesimler tarafından en sevilen kavramlar. Son olarak HSYK krizimiz var. Adalet Bakanlığı'nın hazırladığı kararname dışında, hedefi tamamen Türkiye'de sürmekte olan önemli davalara müdahale olan son HSYK krizinde düğüm 12 Eylül'den sonra çözülecek.

Biliyorsunuz bir süre önce de benze biçimde Yüksek Askeri Şûrâ (YAŞ) krizimiz vardı. YAŞ toplantıları hem sonuçları hem de yaşanan süreç açısından Türkiye'de bir ilki oluşturdu. Normal şartlarda her yılın 1 Ağustos'unda başlayan şûrâ sorunsuz biçimde 4 Ağustos'ta sessiz sedasız sona ermekteydi. Çünkü tüm kamuoyu, kimin hangi göreve geleceğini zaten şûrâ başlamadan biliyordu.

Bu kez öyle olmadı. Kara Kuvvetleri Komutanı olması beklenen Hasan Iğsız ve haklarında bazı davalardan soruşturmalar bulunan muvazzafların durumları, YAŞ'ı daha da kritik hale getirdi. Ve bir haftada sonuçlanan bir şûrâ oldu.

YASA GAYET AÇIK

Aslında hemen şunu ifade etmek gerekiyor ki, bütün bu yaşananlar olmayabilirdi. Çünkü eğer ortaya çıkan bilgi, belge ve soruşturmalar sonrasında Milli Savunma bakanlığı ve bizatihi Genelkurmay Başkanlığı yasal yetkilerini kullanarak isimleri dava konusu olan, haklarında soruşturma bulunanlar hakkında ellerindeki hukuki yetkileri kullanmış olsalardı “kriz” ya da “kaos” olarak okunan bu ortam yaratılmış olmazdı. Bu konuda yasa çok net. 926 Sayılı Türk Silahlı Kuvvetler Personel Kanunu'nun 65. maddesi a fıkrası açıktır; “Haklarında ölüm veya ağır hapis cezasını gerektiren veya yüz kızartıcı bir suçtan ya da taksirli suçlar hariç olmak üzere 5 yıl ve daha fazla hapis cezasını gerektiren bir cürümden veya emre itaatsizlikte ısrar, üste veya amire fiilen taarruz, üste veya amire hakaret, mukavemet suçlarından dolayı kamu davası açılanlar mensup oldukları bakanlıklarca açığa çıkarılabilir.” Bu hükmün 1980 darbe döneminde (26.03.1982 tarihli 2642 sayılı kanun) düzenlenmiş olduğunu düşündüğümüzde durumun çok daha vahim olduğu ortaya çıkacaktır. Bu açıdan öncelikle Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül olmak üzere hükümet YAŞ öncesi sınıfta kalmıştır.

Ancak biliyoruz ki, mesele asker ve ordu olunca, benzer durumlarda Emniyet'te yapılan açığa alma, görevden el çektirme gibi tedbirlerin alınmasından gösterilen irade ne yazık ki yeterince sergilenemiyor.

Hemen ifade etmek gerekir ki, bu aşamada sivillerden önce inisiyatif kullanması gereken bir kurumda bizatihi TSK'nın kendisi olmalıydı. Eğer gerçekten kendi kurumlarına biraz değer verselerdi, terfi listesini hazırlarken var olan bu durumu dikkate alır ve bunu bir tür iç temizlik için fırsat görebilirlerdi. Ama olmadı. Yapmadılar, yapmak istemediler ya da yapamadılar. Hangisi doğru ise, her üç seçenek de vahimdir TSK için. Bu açıdan TSK, üzerinde yoğunlaşan kuşkuyu dağıtmak için sahip olduğu şansı kullanmamıştır, kullanamamıştır.

YAŞ öncesinde gerek hükümetin gerekse TSK'nın kullanmadığı inisiyatifi kurumsal olarak Başbakan ve Cumhurbaşkanı kullanmıştır. Ve önlerine gelen terfi listesine onay vermek yerine inisiyatif kullanarak listede kuşkulu durumlarda olanları terfi ettirmediler. Komuta kademesinde bazı değişiklikler oldu hatta “merkez medya”nın sunduğu biçimde “kriz” ve “kaos” ortamı doğdu. Ama gördük ki, bu durum aşıldı. Ortada sorun kalmadı. Bundan sonra eğer bir sorun varsa bu kurumların içinde söz konusu olacaktır.

Bir haftada son bulan YAŞ süreci bize iki önemli noktayı hatırlattı. İlki hükümetin parçalı yapısının “Yeni Türkiye”yi taşıyamayacağı. İkincisi “kriz” ve “kaos”un çok da korkulacak bir durum olmadığını.

PARÇALI HÜKÜMET DEMOKRAT OLAMAZ

Kabul etmemiz gereken bir nokta var ki, AK Parti'nin ideolojik olarak parçalı bir yapı olduğudur. Yani içindeki farklılaşma sıradan siyasal farklılaşmanın ötesinde daha derin ideolojik farklılaşmanın varlığıdır. Ve bu farklılaşmanın parti içinde daha fazla taşınmasının mümkün olmadığıdır. 3 Kasım 2002 seçimlerinde büyük bir kısmı tasfiye olan “eski siyasi geleneğin” AK Parti içinde kalan üyelerin oldukları gibi kalarak, parti içinde gelecekte siyaset yapmaları mümkün değildir. Çünkü AK Parti belki de tasavvur ettiğinden daha hızlı biçimde Türkiye'yi demokratikleştirip, normalleştiriyor. Kendisi belki bu değişimden daha fazla etkileniyor. Ve bu duruma, sadece yukarıda saydığım yelpaze içindeki milletvekilleri değil daha geniş bir kadro içten içe eleştirel de bakıyordur. Bu normal. Ancak AK Parti'nin görmesi gerek artık geçmişte kalmaya yüz tutan “eski siyaset” anlayışın temsilcileri ile artık bu yolu yürüyemeyeceğidir. Bugünkü Türkiye okumaları, ideolojik olarak partinin değişim çizgisinin gerisinde kalanlarla AK Parti, daha fazla yol yürümesine imkânı yoktur. Kabul etmek gerekiyor ki, doğada kendiliğinden işleyen doğal seleksiyonun, AK Parti'de bir siyasi irade tarafından irade beyanıyla ortaya konmasının zorunlu hale geldiğidir. Bu yapılmalıdır, çünkü AK Parti Türkiye'yi değiştirirken kendisi de değişmekte ve yerel örgütlenmelerde “bambaşka” insanlar AK Parti'li olmaktadır. Ya da olma yolundadır.

Bu yüzden AK Parti'nin giderek önem kazanan 2011 seçimlerinde milletvekili belirlemede bambaşka kriterleri devreye sokmak ve AK Parti'li olma yolundaki bambaşka insanları da kapsamak zorundadır. Bu yeni insanların tek bir ortak kesenleri vardır: Değişim, özgürlük ve demokrasi. Bu ortak kesende buluşan farklı kültürel kimliklerden insanları AK Parti mutlaka kazanmalıdır. Yani bu ortak kesende buluşan daha fazla liberali, daha fazla sosyal demokratı, daha fazla Alevi'yi, daha fazla Kürt'ü kimliklerin değil, ortak kesenlerinden dolayı partiye taşımalıdır. Bu tercih AK Parti'nin ömrünün biraz daha uzamasının da garantisi olacaktır.

OSMAN CAN NE DEMİŞTİ?

Bu noktada ikinci değerlendirme ise “kaos” ve “kriz” durumuyla ilgilidir. YAŞ sürecinde ortaya çıkan durumu özellikle merkez medya “kaos” ya da “kriz” olarak tanımladı. Muhalefet partileri siyasilerin terfilere karışmaması gerektiğini söyledi. Söz konusu asker olunca onun karşısındaki tüm hısımları öteki olarak sunan bir anlayış gördük bu süreçte. Ama sonuç ne oldu? Hiç. Kocaman bir hiç. Yaklaşık 1 hafta süren durum çözüldü. Yani Türkiye'de ne kaos çıktı ne de kriz. Yani bu olası durumlardan o kadar korkmaya gerek yokmuş.

Bunu niye anımsatıyorum. Anayasa Mahkemesi'nin anayasa değişiklik paketi incelemesi aşamasında olası bir iptal kararı karşısında Anayasa Mahkemesi Raportörü ve Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Doç. Dr. Osman Can'ın, hükümet ve parlamentonun bu kararı tanımayıp, kararı yok saymasını önerdiğinde; YAŞ sürecinde ortaya çıkan durumu “kaos” ya da “kriz” durumu olarak tanımlayan merkez medya “bu durumun kriz ve kaos yaratacağını” dile getirdiler tüm güçleriyle. Ve bunu söyleyen sadece bu medya değildi. AK Parti içindeki “eski siyaset”in temsilcileri de aynı cümleleri ifade etmişlerdi.

Oysa YAŞ sürecinde ortaya çıkan durum, AYM'nin kararının yok saymaktan farklı değil idari açıdan. Gördük ki ortaya çıkan kaos ya da kriz değil. Değil, çünkü ortada hukuki süreç ve hukuk kuralları var. Herkesin görevi ve yetkisi buna göre çizilmiş. AYM'nin kendisine Anayasa'nın 148. maddesi ile çizilmiş alanı ihlal etmesi nasıl anayasala suçsa, TSK içinde yasa dışı bazı yapılara karıştığı iddia edilenler hakkında TSK Personel Kanunu'nun 65. maddesinin dikkate alınması o kadar doğal. Sonuçta yapılan teamüllerin değil hukukun dikkate alınmasıdır.

Evet YAŞ süreci, Türkiye için demokrasi açısından bir adım daha atılması oldu. Demokrasi yolunda büyük bir adım daha atıldı. TSK esas görevine bir adım daha yaklaştı. Ama TSK'nın esas yerini alması Genelkurmay Başkanı dahil, diğer kuvvet komutanlarının adlarının toplumda en az bilineceği zamana kadar sürecektir. 13 Eylül sabahı başka bir Türkiye'ye uyanacağız. Ve o gün 4 Kasım 2002 sabahından daha tarihi bir gün olacaktır. 13 Eylül'den sonra meydana gelebilecek ne krizden ne de kaostan korkmak gerekiyor. Tam tersine bu durumların Türkiye'nin normalleşmesi yolunda önemli kavşaklar olduğunu artık idrak etmek gerekiyor artık.