12 Eylül darbesinin tüm acılarını yaşayan Orhan Miroğlu, “12 Eylül ve öncesinde sahneye konulan şiddet politikası, şiddeti savunmayan Kürt siyasi gruplarını darmadağın etti, bitirdi. Bunun yerine PKK güçlendi” dedi.
12 Eylül darbesi, Kürt sorununun daha da derinleşmesine neden oldu. 12 Eylül yönetiminin bölge halkına uyguladı işkenceler, terörün toplumsal zemin bulmasına neden oldu. Bir çok Kürt aydını 12 Eylül döneminde, Diyarbakır cezaevinde yapılan işkencenin PKK'nın doğmasına neden olduğunu dile getirmişti. 12 Eylül cuntasının lideri Kenan Evren'in 12 Eylül 1980 darbesinin hemen ardından aynı Kenan Paşa, 'Kürt diye bir millet yoktur; onlar dağ Türkleridir, dağda karda yürürken, kart-kırt-kürt diye ses çıkar, Kürt lafı ordan gelir' demesi, 12 Eylülcülerin Kürt vatandaşlarına bakışının en açık göstergesidir. 12 Eylül yönetiminin Kürtlere yönelik uygulamalarını ve meşhur Diyarbakır Cezaevi'nde yapılan tüm işkenceleri yaşayan yazar Orhan Miroğlu, o yılları anlattı. İşte Miroğlu'nun anlatımlarıyla 12 Eylül ve Kürtler:
12 Eylül'den önce Diyarbakır Ticaret Lisesinde Edebiyat öğretmeniydim. 12 Eylül'den birkaç ay sonra gözaltına alındım. Diyarbakır'da çok sayıda işkence merkezi vardı. Kurdoğlu dedikleri yer bunlardan biriydi. Burada 3 ay işkence gördüm, üç ay işkenceli sorgulardan geçtikten sonra da tutuklandım. Bir grup arkadaşla beraber bizi Diyarbakır Cezaevi'ne gönderdiler. O tarihte büyük bir korku vardı Diyarbakır'da. Hiç unutmam, bir arkadaşım Diyarbakır cezaevinden tahliye oldu. Onunla yolda karşılaştık. Gözgöze geldik, ama beni görmezlikten geldi ve hızla karşı kaldırıma doğru yürümeye başladı. İnsanlar korkudan, en yakınlarındaki birilerini bile tanımazlıktan veya görmezlikten geliyorlardı.
12 Eylül'de başlayan uygulamalar, aslında Diyarbakır'da çok daha erken bir tarihte başladı. 1979'da sıkıyönetim ilanından sonra korkunç işkenceler, gözaltılar başlamıştı zaten. 12 Eylül bunu daha da pekiştirdi ve işkenceleri, ihlalleri sistemli hale getirdi. İlk faili meçhul cinayetler de, gözaltında kayıplar da o zaman başladı. 1991'de evinden kaçırılan ve sonra da hunharca katledilen Vedat Aydın'ın, ilk faili meçhul cinayetin kurbanı olduğu sanılır. Öyle değil oysa. Daha bu tarihten çok önce, 1977'de Koşuyolu semtinde iki kişi halkın gözü önünde infaz edildi. Önce sorgulandılar bu gençler, sonra da getirilip Koşuyolu meydanında teker teker infaz edildiler.
Mehdi Zana bu olayı zamanın başbakanı Süleyman Demirel'e anlattığında, Demirel 'merak etme Mehdi, bunu soruşturacağım' demişti. Ama soruşturma filan hak getire.. Demirel hiçbir şeyi soruşturmadığı gibi, binlerce faili meçhul cinayetin önemli bir kısmı, onun iktidarı zamanında gerçekleşti. Demirel başbakan ve cumhurbaşkanı iken, binlerce insan katledildi.12 Eylül ve öncesinde sahneye konulan şiddet politikası, şiddeti savunmayan Kürt siyasi gruplarını darmadağın etti, bitirdi. Bunun yerine PKK güçlendi. Demokratik Kürt siyaseti, yasal zeminden hızla uzaklaştı, Kürt aydın ve siyasetçileri canlarını zor kurtardılar, ülkeyi terk etti çoğu..
Diyarbakır cezaevinde yapılanlarla ilgili bir çok kişi yaşadıklarını, tanıklıklarını paylaştı. Orada yapılanlar bugün artık sır değil. 78'lilerin yaptığı yeni çalışmalara ve araştırmalara göre hayatını kaybeden insan sayısı 60'ın üstünde. Bu insanlar, işkence, ölüm oruçları, intiharlar, ve kendini yakma sonucu öldüler. Kendi canına kıyanların bir tek amaçları vardı, işkenceyi durdurabilmek, binlerce insanın onurunu ve hayatını kurtarmak. Onlar hayatlarını feda etmeseydi, bu cezaevindeki ölü sayısı yüzleri bulabilirdi. Diyarbakır cezaevi sistemli bir planlamanın ürünüdür. Bu planlamanın nasıl yapıldığını anlayabilmek için devletin ilgili birimlerinin ve arşivlerinin araştırmalara açık hale gelmesi gerekir. Mağdurların anlatımları var, ama bu zulüm mekanizmasının hayata geçmesinde payı olanlardan şimdiye kadar çıkıp konuşan olmadı. Burada sadece işkenceler veya ihlaller söz konusu değil, burası bir sistemi ortaya koyuyordu ve işkenceler, ölümler bu sistemin sadece bir parçasıydı. Sıkıyönetim komutanlığı ile bu cezaevi arasında somut bir ilişki söz konusuydu. Sıkıyönetim mahkemeleriyle bu cezaevi arasında yine öyle.. Bu ilişkiler yumağı, cezaevinin iç güvenlik ve uygulama sisteminden sorumlu olanlarla başlıyordu, oradan 7. Kolordu Komutanlığı'na, ve askeri hiyerarşi içinde de Genelkurmay'a kadar uzanıyordu.
Bu sistemin halkaları içinde bulunan herkes, suça ortak ediliyordu. Bu yüzden belki, yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran konuşurken, hiç 'ben ve askerlerim' demezdi. Ben ve adamlarım derdi. Bu adamların da hiç biri masum sayılmazdı. Suça neredeyse eşit oranda ortaklık, aradaki askeri hiyerarşiyi bile ortadan kaldırıyordu. Diyarbakır cezaevi, tekil bir olaydır, yani başka cezaevlerine benzemez. Dünyanın en meşhur 10 cezaevi arasında yer alıyor. Dünyanın en meşhur cezaevi listesinde Türkiye'den ne Mamak, ne Metris yer almazken, Diyarbakır cezaevi bu listede yer alıyor. Etnik hınç ve öfkenin mekanıydı burası.
Referandumda Evet, çıkarsa, süreç, meclis çatısı altında Türkiye'nin geçmişiyle hesaplaşmasını gündemine alacaktır. Ciddi bir süreç bu şekilde başlayabilir. Ve bütün bunlar, evet, geçmişle yüzleşmek için büyük bir fırsat yaratır. . Bu bakımdan, hafıza mekanlarını yıkmayı değil, yaşatmayı hedef alan politikalar geliştirilmelidir. . Toplumun birçok kesimini bazı icraatlarıyla uygulamalarıyla tatmin etmese de, yüzleşme konusunda mesafe alabilmek için, ideal bir hükümetimiz olduğunu düşünüyorum. Madımak'ın müze olması için olumlu çaba gösterdi. Madımak'ın satın alınması ve oranın muhtemelen bir müze haline getirilmesi kuşkusuz çok değerli bir icraat.. Aynı şey Diyarbakır Cezaevi içinde yapılabilinir. Yaşananların unutulmaması için buranın müze yapılması gerekir.
Cezaevinde ağır işkenceler gören ve bu işkenceler sonucu bir çok arkadaşının öldüğünü söyleyen Orhan Miroğlu, 1988'e kadar cezaevinde kaldı. 1983'ten sonra cezaevinde yumuşama olduğunu belirten Miroğlu, bu dönemde ailesine mektuplar yazdığını anlattı. Miroğlu, “Mektup yazmanın yasaklandığı dönemler hariç, üç-dört yıl kadar sürdü bu. Çıktığımda annem ve babamın bu mektupları sakladıklarını gördüm. 150'ye yakın mektup yazmışım. Şimdi bunların bir kısmı yayına hazırlanıyor. 'Ölümden Kalıma' adıyla bir iki hafta içinde yayınlanacak” diyor. 1983'ten sonra bir rahatlama olduğunu söyleyen Miroğlu, “1984'te PKK'nın Şemdinli ve Eruh baskınından sonra baskılar yine arttı. Cezaaevi yeni gelenlerle doldu. Bize yapılan işkencelerin aynısı bu sefer yeni gelenlere yapılmaya başlandı. Baskı ve işkencelerden dolayı cezaevinde yeni bir direniş başladı. Koğuşlara baskınlar düzenlendi. Tek tip elbise dayatıldı ve bunları giymek için baskı yapıldı. Yine çok insan öldü. İntihar edenler, ölüm orucuna girenler ve işkenceyle öldürülenler oldu”sözleriyle o günleri anlatıyor.
Orhan Miroğlu, Hükümetin halk oylaması sürecinin 12 Eylül'le bir yüzleşme olarak geçmesini istediğini belirterek, "Biz mağdurlar ve 12 Eylül'ün siyasi muhatapları olarak, hak talep etmeye hakkı olan insanlar olarak, bu meselenin toplumsallaşmasını istemiyor muyduk? Şimdi Türkiye'de milyonlarca oy alan bir parti bu soruna sahip çıkıyorsa, ortaya konulan bu kıskançlık neyin nesidir acaba?" diye soruyor. 12 Eylül'ün en büyük mağdurunun MHP ve BDP olduğunun altını çizen Miroğlu şunları söylüyor: "Herkesin bu konuda üstüne düşeni yapması gerekir. Anayasa oylamasında evet ya da hayır olur bu başka mesele. Bunu tartışabiliriz. Ama eğer hükümet bu reform sürecini, 12 Eylül ile hesaplaşma süreci olarak yürütmek istiyorsa bundan ancak memnuniyet duyulur. Başbakanın ağlamasını bile sorguladılar.
Samimi mi değil mi diye. Keşke ben Diyarbakır cezaevini anlattığım zaman, dinleyen herkes ağlasa. Birbirimizin acısına ağlayamayacaksak, bu şiddeti nasıl ortadan kaldıracağız ve nasıl bir arada yaşamayı başaracağız?"
Miroğlu, "Dünyada iç çatışma yaşamış hiçbir ülkenin solu, yüzleşme süreçlerinde bizdeki solun gösterdiği tutum içinde olmadı. Sadece anayasa reformu konusunda değil, ama Ergenekon sürecinde, JİTEM davalarında, darbe soruşturmalarında da sol anlaşılmaz bir tutum gösterdi. Bugün ordunun en üst kademesinde darbecilik suçuyla alakalı olarak 102 tutuklama kararı veriliyor. Bu kararın arkasında sapasağlam durmayan bir demokratlık, bir solculuk, bir 'Kürtçülük' ne işe yarayacak?" diyor.
Diyarbakır cezaevinin ve 12 Eylül'ün Kürtler üzerinde siyasi etkisinin çok farklı olduğunu belirten Orhan Miroğlu, “12 Eylül'den sonra, Türkiye sol hareketinde, silahlı mücadele önerileri ve bu önerilerle bağlantılı bir takım örnekler deneyimler, tarih sahnesinden silinirken, bu sefer Kürtlerin siyasi hareketi ve silahlanması başladı”diye konuştu. 12 Eylül darbesinin PKK'yı güçlendirdiğini dile getiren Orhan Miroğlu şunları söyledi: “PKK'nın güçlenmesinde bu cezaevinin büyük etkisi olmuştur. Burada işkence görenlerin büyük bölümü soluğu Bekaa da almıştır. Diyarbakır cezaevi bu anlamda bir milat olmuştur. Kürtlerin siyasi hareketlerinde silahlanmaya başlamasında 12 Eylül sonrası dönem bir milat olmuştur. “
“Türk milliyetçileri ve solcular birden bire silahsızlandılar, ya da silahsızlandırıldılar, karıştır-barıştır programlarının mağdurları ya da muhatapları haline geldiler.Kürt toplumunda ise, tam tersi oldu. Silahlanma ve silahlı mücadele dönemi başladı. Bu referandum, bu dönemin barındırdığı karanlıkların kapısını aralıyor. Bingöllü CHP İlçe Başkanının evet oyu için açıkladığı gerekçesi, bence Türkiye cumhuriyeti yurttaşı herkesi düşündürmelidir. İlçe başkanı, kuşkusuz seçimlerde CHP'ye oy verecektir, ama referandumda da oyu, açıkladığına göre, değişim paketinden yana ve evet olacaktır."
Orhan Miroğlu 12 Eylül döneminde cezaevinde yaşadıkları ağır işkenceleri şöyle anlattı: "
Burada en çok eziyet görenler bizimle birlikte hareket eden Türklerdi. Gardiyanlar en çok onlara tepki gösterirdi. 'Hele bunlar Kürt, sizin ne işiniz vardı bunların arasında' diye çok kızıyorlardı Türk olan arkadaşlara. Benim kaldığım koğuşa getirdikleri, Konyalı, doktor Feridun Özdingiş'i gece gündüz dövüyorlardı. Feridun'un elleri hiçbir zaman iyileşmedi. Ağlamaktan gülmeye uzanan ağır bir travma dönemiydi bu, ama bu travmanın farkında bile değildi çoğumuz. Doktor Feridun burada olanlara bir türlü anlam verememişti ve onun da psikolojisi bozulmuştu, derin bir travma yaşıyordu.
Yemeklerimize deterjan koyuyorlardı. Bir gün sulu bir yemeğin içine iki kutu tursili getirip karavananın içine boşalttılar. Sonra karıştırdılar. Hepimize tek tek ve zorla bu karışımı yedirdiler. Yiyen kusuyordu, midelerimiz delinecek gibi oldu.
Her gün üç dört kez dayak atıyorlardı ve bu çok rutin bir işkence gibiydi.
Altmışa yakın marş ezberledik. Sabahtan akşama kadar bu marşları söyletiyorlardı.
Esas duruşta. Eylül 1983'te cezaevinde isyan çıktı, direniş başladı.. Bu direniş zamanlarında, 2-3 hafta boyunca görüşe çıkmadığımız vakitler, ailelerimiz ölmüş olabileceğimizden kuşku duyuyor ve bizi morglarda arıyorlardı. Morgta insan cesedi aramak kolay bir iş değildi. Askeri hastanenin morgunda tanıdık birilerini bulmanız gerekiyordu.
Cezaevindekilerin durumunu anlatır dururuz. Ama Dışarıdakiler, en az içerdekiler kadar acı çektiler.