Son zamanlarda, başta “Facebook” ve türevleri olmak üzere, bugüne kadar hiç müdavimi olmadığım bazı popüler internet ortamlarından giderek artan sayıda davetler alıyorum. Kimileri de beni “Hi5”a “Yahoo Groups”a ya da “Messenger”a katılmaya çağırıyor. Yanısıra, henüz adını bile duymadığım daha bir sürü “internet cemaati”nden gelen “Aramıza katıl” mesajları da cabası…
Velhasıl, neredeyse muson yağmurlarının damla sıklığını aratmayacak bir davet furyasının tam orta yerinde kaldım son bir kaç aydır…
Öyle ki son zamanlarda gelen bu tür mesajlar arasında, “sanal hayat”ta değilse bile “gerçek hayat”ta çok sevdiğim bazı meslektaş ve okurlarımın adlarını görmeye başladığım için, bu iyi niyetli açıklamayı yapmak da farz oldu.
Ben, “internet”i yalnızca mesleğimle ilgili yazılı ya da görsel kaynakları araştırmak için ve bu ortamın sunduğu “e-posta yazışma sistemi”ni de -yine- meslekî iletişim amacıyla kullanan “kıl” biriyim. Sanal âlemde bu gibi ihtiyaçların dışında kalan bir “zaman geçirme saplantısı”na ise kesinlikle inanmıyorum; dahası böyle bir saplantıyı, insanı insan yapan değerlerin tekamülü açısından hiç sağlıklı bulmadığımın da peşinen bilinmesini isterim.
İnternetin kişileri mıknatıs gibi çekip sonra da kendine esir eden cephesine karşı yıllarca hep mesafeli durdum. O yüzdendir ki çevremdeki çoğu insan günlerinin en az yarısını “chat” başında bozuk para gibi harcarken, benim 2003 yılına kadar bir elektronik posta adresim bile olmadı. Ancak, o tarihten sonra, mesleğin getirdiği kaçınılmaz zorunluluklardan dolayı, gazetedeki servis arkadaşlarımın itelemesiyle bir yazışma adresi edindim kendime. Tıpkı cep telefonu sahibi olmayı yıllarca ve inatla ertelediğim, fakat en sonunda da çevremdeki o bitmez tükenmez “acıyan” bakışlar karşısında pes ederek bir tane almak zorunda kaldığım gibi…
Çünkü yolda yürürken, otobüste giderken, yemek yerken, televizyon izlerken ya da karşısındakiyle konuşurken gözünü ekrandaki mesajlardan bir an bile ayıramayan tuş müptelası tipler feci şekilde rahatsız ediyor beni…
Telefona kilitli yaşayan “teeange” kız ve oğlanlardan boğulduğum gibi, internete kilitlenmiş kız ve oğlanlar da aynı düzeyde ruhumu yoruyor.
Başta “Facebook”, “Hi5” ve “YahooGroups” olmak üzere, hiç bir internet “sosyalleşme grubu”na üye değilim; olmaya da ihtiyacım yok. Yeterince sosyal biri olarak, gündelik hayatta aradığım herkesi zaten konvansiyonel yöntemlerle kolayca buluyorum, onlar da beni…
Geçtiğimiz günlerde, artık tam anlamıyla “Facebook tiryakisi”ne dönüşmüş bir dostumdan şaşkınlık içinde öğrendim; şahsıma muhabbet besleyen bazı okurlarımız, orada “Ali Murat Güven sevenler” diye bir grup oluşturmuşlar. Sağolsunlar varolsunlar; teveccühlerinden onur duydum. Ancak, üçüncü şahıslara altını çize çize duyurmak istiyorum ki ben “Facebook”a üye değilim, olmayacağım da… Bırakın üyeliği falan, “Facebook”a nasıl girilir onu dahi bilmiyorum. Bu yüzden, ikide bir e-posta adresime gelen “Filanca kişi seni Facebook'da arkadaşı yapmak istiyor. Onun arkadaşı olmak istiyorsan filanca butona bas, falanca bölümü onayla” gibi -bana göre fazla karmaşık- mesajlar karşısında paniğe kapılmaktayım. Çünkü bu tür sitelere üye olmadığım gibi, bunların işleyiş mantığını da doğru düzgün bilmiyorum.
Sonra da bana mesaj gönderenler tepkisizliğim karşısında muhtemelen bozuluyorlardır.
Onlardan rica ediyorum, lütfen bozulmasınlar. Çünkü, bu gibi konulara ilgim de yok, bunlar hakkında yeterli bilgim de…
Aynı şekilde, günlük hayatımda hiç “Messenger” kullanmadım, kullanmayacağım da… Orada oluşan iletişim kültürü beni zaten apayrı bir düzlemde hasta ediyor. Üç yaşında çocukların bile gerisindeki pespaye bir Türkçe ile yapılan bol “mrb”li “nbr”li, “naber lan, napıyon”lu yazışmaları görünce kusacak gibi oluyorum. Hele de önünde -karşısındakine söyleyecek hiç bir yeni sözü olmadığı anlarda bile- bütün gün Messenger penceresini açık tutanları gördüğümde, o mekânı derhal terk etmek geliyor içimden…
Tekraren belirtiyorum ki “Facebook”ta (ya da benzerlerinde) yokum ve olmayacağım. Orada bulunan, içinde adımın geçtiği her türlü oluşum, grup vesaire benim dışımda kurulmuştur. Sevenlerimin oluşturduğu bu tür gruplar için onlara ancak teşekkür edebilirim. Fakat, bunların kurucusu, sürükleyicisi ya da üyesi falan değilim. O yüzden, beni lütfen “Facebook”a ve benzeri sitelere davet etmeyin. Görüşmek isterseniz evime ya da iş yerime gelin, telefonla arayın ya da e-posta atın, olabildiğince yakın görüşelim. Gerçek dostlara yaraşır bir şekilde…
Fakat ne olur beni bu şekilde “sosyalleştirmeyin”. Bırakın, ben kendi bildiğim geleneksel iletişim tarzlarını kullanmayı sürdürerek hep “yabani” kalayım.
Bir diğer önemli husus da şu…
İnternette bir foruma girip açıklayıcı bir yazı yazdığımda, asla ve kat'a müstear isim kullanmıyorum. Böyle ortamlarda herhangi bir kelam etmem gerektiğinde, adından utanmayan ve söylediklerinden de korkusu olmayan her normal insan gibi, yazacaklarımı dosdoğru, açık kimliğimle yazıyorum. O yüzden, internette bir yerlerde adım ve soyadım eşliğinde yazılmış bir yazı görürseniz, bilin ki o kişi büyük bir ihtimalle benimdir. Yazı dilimi çağrıştıran, ancak imza olarak adımı ve soyadımı içermeyen(ya da yarım yamalak içeren) mesajlarda ise bunları benim yazmadığımı peşinen bilin. Muhtemelen, provokasyon ya da suistimal peşindeki biriyle karşı karşıyasınızdır. Çünkü, benim internette ya da yazılı basında kaleme aldığım her sözün altında mutlaka imzam da bulunur. Velev ki günün birinde yargılanmam gerekirse, kanunun temsilcileri bana çabuk ulaşabilsin diye…
Kimilerine çok garip gelecektir; fakat itiraf etmeliyim ki hayatım boyunca hiç “Messenger” kullanmadım ve şu anda da kullanmıyorum. Çünkü, oraya egemen olan aceleci ve döküntü dil, bana bütünüyle yabancı bir ilişki biçiminin yansıması… Bu saatten sonra tövbemi bozup Messenger'a girsem ve yazılarımdaki o ağdalı üslûbu, kılı kırk yaran imlâ düzenini kullansam, “jargon”a yabancı böyle bir adam Messenger âleminin sakinlerine muhtemelen bir "ucube" gibi görünecektir. Bu yüzden, o taraflara da hiç bulaşmıyorum.
Amacımız ille de karşılıklı iletişim kurmak ise, bu fakir iki temel iletişim yöntemine inanmaktadır: Bunlardan birincisi, insan doğasına en uygun yöntem olarak, “yüz yüze iletişim”… Sevgi gösterilerimi de kavgalarımı da muhatabımın gözlerinin içine bakarak yapmayı seven biriyim ben…
Eğer muhatabımla yüz yüze görüşme şansım yoksa, o durumda -tıpkı resmî dairelere mektup gönderiyormuş gibi- başı, ortası ve sonu olan, dilbilgisi kurallarına âzamî düzeyde özen gösterilmiş elektronik posta mesajlarıyla yazışmaktayım. Mektuplarıma asla selam vermeden başlamam ve selamsız da bitirmem. Söze bu şekilde bodoslama girenleri de hiç sevmem. Posta kutuma gelen mesajlarda imlâ fukaralığının yanısıra hele bir de kötü niyet ve laf sokuşturma çabası sezersem, böylesi mesajların sahiplerine çoğunlukla cevap vermem. Verdiğimde ise çok acı karşılık veririm, en az bir altı ay kendilerine gelemezler.
Türkçe, benim için, ömrüm boyunca ekmeğimi kazanmama vesile olan, sayesinde ulus olarak devâsâ bir kültür ürettiğimiz, son derece saygın ve de kutsal bir dildir. Onu paçavraya çevirmem; ister konuşma isterse yazı yoluyla olsun, çevirenleri de hoş karşılamam. O yüzden, en sıradan elektronik posta mesajımda bile “devlete gönderilen dilekçe” titizliğiyle hareket etmeye çalışırım.
Biliyorum, kimi zamane gençlerine bu söylediklerim inanılmayacak kadar garip gelecektir. Ancak, şu hayatta kendileri gibi düşünmeyen ve yaşamayan insanlar olduğunu da bir biçimde öğrenmek zorunda bu gençlerimiz…
“Gariplik” görmek istiyorlarsa, bende fazlasıyla var bu tür garipliklerden… Meselâ, bayramlarda hâlâ tomar tomar kartpostal satın alıp, farklı kentlerdeki sevdiklerime rengarenk kartpostallar gönderiyorum.
Keyfim olduğunda uzaklardaki arkadaşlarıma mektup (Evet evet, kâğıt ve kalem kullanılarak elle yazılan gerçek mektup!) atıyorum. Bu mektupların zarfları yeterince büyükse, bazılarının içlerine armağan olarak antep fıstıklı çikolatalar koyduğum da oluyor.
Bitmedi; dahası da var…
Ebay'den kullanılmış VHS kasetler satın alıp, bunları evimdeki eski model video teybi kullanarak keyifle izliyorum. LCD ya da plazmadan değil, 70 ekran tüplü bir Vestel televizyondan…
Bitpazarlarından, sahaflardan ve Gittigidiyor'dan eski 45'lik ya da 33'lük plaklar toplayıp, Denon pikabımda bol çıtırtılı analog müzik dinliyorum.
Pioneer marka kasetli teybimi hâlâ gözden çıkarmadım; buna gerek de yok. Çünkü onu zevkle kullanmamı sağlayan yüzlerce müzik kaseti var arşivimde.
Müzik dinlemek için bir Ipod'um yok; olmasını da istemiyorum. Neden derseniz, hareket ederken müzik dinlemeye gerek duymuyor, “müzik dinleme eylemi”ne özel bir zaman ve emek harcanması gerektiğine inanıyorum.
Gazeteleri internet edisyonlarından değil, bizzat kâğıt baskılarından okumayı tercih ediyorum. Çünkü sayfalardan yayılan o mürekkep kokusu bana çıraklık dönemimde yüzlerce kez inip çıktığım “Babıâli yokuşu”nu, aylık dergilerde çalıştığım yıllarda bolca ziyaret ettiğim matbaaları hatırlatıyor.
Küf kokan eski kitapları da aynı gerekçeyle seviyorum ve yıllar yılı hiç kitap okumadan yaşamayı başaranları dehşet içinde izliyorum. Türk ve dünya edebiyatının klasik romanlarına hiç el sürmemiş bir insanda hayâl kurma yeteneğinden söz edilebilir mi? Ya da hayâl kuruyor olsa bile bu hayâllerin çapı en fazla ne kadar olabilir?
Ansiklopedik bilgi toplarken, herkesin kafasına göre madde ekleyebildiği, içi binlerce yalan-yanlış bilgiyle doldurulmuş sanal Wikipedia'ya değil, siyah cilt kapakları artık eskimeye yüz tutmuş olan Britannica'larıma hâlâ daha fazla güveniyorum.
Ayrıca evimde iki adet “sinema makinesi” bulunuyor. Biri 8 mm, diğeri ise 16 mm formatlarında… Yurt içinden ya da dışından bunlara uygun eski filmler bulduğumda, evde çoluk-çocuğumla birlikte “sinema makinesinden film izleme partileri” yapıyoruz. Muhteşem bir ahenk içinde dönen makaraların gölgesinde, cihazın motor tıkırtısını dinleyerek ve salonun beyaz duvarına yansıttığımız o çizik çizik görüntülere keyifle bakarak…
DVD ya da CD çalar mı? Onlar da var elbette… Ancak, bunların olması, beni bütün bir çocukluk ve gençlik yıllarımda mutlu etmiş, hayatıma anlam katmış olan eski nesil elektronik cihazlarımı, yıllar yılı istikrarla sürdüregeldiğim diğer bazı güzel alışkanlıklarımı, hobilerimi ya da tutkularımı bir gecede terk etmemi gerektirmiyor.
Hayatımda eski moda alışkanlıklara da yer var, teknolojinin sunduğu yeni yeni nimetlere de…
Ancak, dengeli ve dozunda olmak kaydıyla…
Yeter ki hayatımı zenginleştirmede gerçekten bir anlamı ve önemi olsun bütün bunların…
O yüzden, bana lütfen “Facebook” falan teklif etmeyin. Çünkü davetinize hem canım çekmediği için icabet etmiyorum; hem de -teknik bilgisizliğimden dolayı- istesem dahi edemiyorum.
İnternet âlemindeki yegâne varoluş biçimim, yarın öbür gün ölür gidersem, dostlarıma benden hoş bir sadâ bırakabilmek amacıyla kurmayı tasarladığım “www.alimuratguven.com” sitesi olacaktır. Orada bana dair, bilinmesi gereken her şey bulunacak. Adımla bağlantılı bütün uzantı türlerini topyekün satın aldım; bir grafiker dostum da tıngır mıngır sitenin tasarımını hazırlıyor. Yılbaşından hemen sonra yayına girecek gibi görünüyoruz.
Bilemiyorum, hayat tarzımı ve zamane hobilerine bakışımı yeterince açık bir biçimde ifade edebildim mi?
Eşyaların (da) birer ruhu olduğuna inanan, o yüzden de eski eşyalarına ve bunlarla ilişkili hatıralarına büyük değer veren biri olarak, günümüzün değer yargıları karşısında son derece “arkaik” kalan bir adamım ben…
O yüzdendir ki hayatımızı bu denli pervasızca kaplayıp, kitlelerdeki duygusuzluğu körükleyen bir “yüksek teknoloji sağanağı” beni çok korkutuyor.