Hem mesleğimden kaynaklanan zorunluluklar, hem de çocukluğumdan bu yana büyük bir iştahla sürdüregeldiğim “koleksiyonculuk” merakım gereği, her ay, gerek Türkiye içindeki tedarik kaynaklarından, gerekse dünyanın çeşitli ülkelerindeki alışveriş sitelerinden en az 20-30 adet “yasal” film satın alıyorum.
Tercihlerimin ağırlık noktasını ise son bir kaç yıl içinde çekilmiş güncel filmlerden ziyade, 60'lar, 70'ler ya da 80'lerde gösterime sunulan ve benim gibi orta kuşak sinemaseverlerin belleğinde hoş izler bırakarak sonradan “klasik” ya da “kült” mertebesine ulaşan daha eski zamanlara ait yapıtlar oluşturuyor. Çünkü, bana göre, özellikle 1970'ler, bütün bir sinema tarihinin hemen her türden başyapıtlara imza atılan en güzel ve de en verimli dönemi olmak gibi bir ayrıcalığa sahip…
Heyecanla aradığım bir filmi mutlak surette “DVD” formatında temin etmek gibi özel bir saplantım da yok. Türkiye'de her ne kadar 2000'li yıllarla birlikte tedavülden kalkmışsa da Batı ülkelerinde hâlâ kayda değer bir pazarı bulunan VHS formatındaki video kasetler, film koleksiyonumun çok önemli bir bölümünü oluşturmakta. Çünkü, sinema tarihinde, sahip oldukları yüksek sanatsal değere karşın -herhangi bir nedenle- gözden ırak kalmış öyle filmler var ki, yurt içinde ya da dışında ne kadar ararsanız arayın; bu tür nadide yapıtların DVD sürümlerini bulabilmeniz imkânsız. Ancak, internet ortamında kılı kırk yararak gerçekleştireceğiniz titiz bir arama sonucunda, aynı filmlerin “eBay” gibi ikinci el eşya satış sitelerinde, 80'li ya da 90'lı yıllarda hasbelkader piyasaya çıkmış ve bir-iki izlemeden sonra da rafa kaldırılmış gıcır gıcır VHS kasetlerini bulabiliyorsunuz. Kaldı ki iyi kalitedeki bir VHS göstericisini bir “DVD kaydedici”ye bağlayarak o nadide kasetin DVD formatında bir kopyasını elde etmek, bu işlere birazcık meraklı olan sinemaseverler için hiç de aşılamayacak bir sorun değil…
Günümüzde kimi sinemaseverlerin neredeyse her 6 ayda bir piyasaya sürülen yeni teknolojilere adapte olabilmek için kendilerini hem para, hem de zaman açısından helâk ettiklerini üzüntüyle gözlemliyorum. 2000'lere girilirken evlerindeki VHS videoları yok pahasına eskicilere verip, üst üste iki film izleyince şişip duraklayan Çin malı derme çatma “VCD-çalar”lara “terfi edenler” (!), sonraki iki yıl içinde de fiyatların ucuzlamasıyla birlikte bu kez “DVD-çalar” sahibi oldular. Aynı kişiler şimdilerde ise uğruna onca emek ve para harcadıkları bu cihazlar ile beraberinde oluşturdukları yüzlerce DVD'lik film koleksiyonlarına burun kıvırıyorlar. Hoşnutsuzluklarının sebebi de “Blue Ray” ve “HD-DVD” gibi daha yüksek resim kalitesi vaad eden yeni kuşak film gösterim cihazlarının piyasaya sürülmüş olması…
Tabiî, işin içine bir kez “high definition” teknolojisi girince, gözden düşen tek şey DVD göstericileri olmuyor. Evlerimizdeki (çoğu hâlâ gayet yüksek bir performansla çalışan) tüplü ya da LCD televizyonlar da “teknoloji müptelaları” tarafından çoktan tu kaka edildi bile…
Oysa, birazcık serinkanlı düşünmekle, bunun kapitalizme özgü acımasız bir “pazarlama oyunu” olduğunu, kuş kadar aklı olan herkes kolayca anlayabilir.
“Güncel teknolojiyi yakalama çabası”nın hiç bir zaman bir “bitiş noktası” olmadı ve bundan sonra da olmayacak.
Sizler, “en son teknolojiyi kullanma” hevesi ve iddiasıyla, vitrinlerde karşınıza çıkan yeni cihazlara onbinlerce YTL sayarken, ev elektroniği konusunda dünyayı yöneten dev markalar, iki-üç yıl sonrasında piyasaya sürecekleri yeni ve çok daha kapsamlı bir ürünü Ar-Ge laboratuarlarında zaten o anda itibarıyla hazır tutmaktalar. Bu endüstriyel döngünün anahtar sözcüğü ise “doyum noktası”… Yani, elektronik bir ürünün yeryüzünün her köşesinde yeterince satılıp artık fazlaca talep görmemeye başlamasıyla birlikte, piyasaya derhal -hafifçe “upgrade” edilmiş- bir diğerini sürmek…
Bana göre, bilinçli tüketiciler ve özellikle de “ev sineması” elektroniğine meraklı film koleksiyoncuları, kesinlikle bu kısır döngünün bir parçasına dönüşmemeli ve hiç gereksiz yere “kredi kartı mağdurları” arasına katılmamalı…
Eğer ki bir filmi evlerimizin duvarında, sinema salonlarındaki projeksiyon ve ses kalitesiyle birebir aynı düzeyde; dahası, tek başımıza “kitlesel izleme”de yakaladığımıza çok yakın bir keyif duygusu içinde izlemek gerçekten mümkün olsaydı, zaten adına “sinema salonu” denilen mekânlar da şimdiye kadar çoktan tarihe karışırdı.
“Sinema filmi”, hiç bir tartışmaya mahal bırakmayacak biçimde “sinema salonu”nda izlenir ve evde film izlemek de vaktiyle kaçırılmış bir sinemasal gündemi sonradan rahatça yeniden gözden geçirmeye yarar. Hepsi hepsi o kadar…
Yukarıdaki yalın gerçeğin ışığında, “Yeni teknolojileri yakalayacağız” diye kendilerini parçalayanların bu canhıraş çabaları, doğrusu bana çok da anlamlı gelmiyor.
Size izlemekten keyif alacağınız bir klasik yapıtı ilk kez görme şansı veren her format ve bunları kullanan bütün cihazlar, siz bunlardan lâyıkıyla istifade edebildiğiniz sürece güncel, değerli ve de yararlıdır. Bir sinemasever de bu hobiye gerçek anlamda “tutkuyla” bağlı olup, koleksiyonculuğun kendisini geliştirici yönünün tam anlamıyla farkındaysa, “ileri teknoloji saplantısı”na takılıp kalmaksızın, VHS, VCD, DVIX ya da DVD, ekonomik gücü ve erişimi nispetinde, bulabildiği her formatta pekâlâ film izleyebilir.
Belki herkes benim gibi, dış pazarlardan temin ettiği 8 ve 16 mm formatlarındaki pelikül filmleri evinde mekanik projeksiyonla izleyecek kadar bu hobiyi abartmak zorunda değil. Ancak, “koleksiyoncu ruh”a sahip bir sinemaseverin de en azından bu kadar “high-tech” takılarak, zor bulunan filmlerin “VHS kaset” seçeneğine yüz çevirmesini pek doğru bulmuyorum.
O yüzden, sözgelimi, evde nicedir kullanmadığınız VHS bir video teyp var ise, ondan bu kadar kısa sürede ümidi kesmemenizi ve tez zamanda tozunu alıp tekrar kullanmaya başlamanızı öneririm. Çünkü, bu yolla yalnızca “eBay” değil, onun Türkiye uzantısı olan “Gittigidiyor” gibi yerli malı sitelerden de bir şişe içme suyu parasına yüzlerce, hatta binlerce az kullanılmış video kaset temin edebilirsiniz. Üstelik, bu tür eski moda cihazların hiç fena sayılmayacak bir kaliteyle “televizyondan film kaydı” imkânı sunması da işin cabası…
Bu uzun yazının ilk bölümünde, hayatlarında şimdiye kadar tüketim formatı olarak yalnızca korsan VCD-DVD'leri ya da bundan daha beteri “internetten leş gibi bir görüntü kalitesiyle on-line film izleme” seçeneğini tanımış olan genç sinemaseverlere, ilgi alanında iyice derinleşmiş “uzman” bir sinemasever olmanın en güvenilir yolunun, filmlere bir “tüketim nesnesi” olarak değil “tutku nesnesi” olarak muamele etmekten geçtiğini; daha da Türkçesi, onları mümkün olan her formatta biriktirip, hayatta yalnızca bir kez değil, -hiç değilse belli bir sanatsal değer atfedilmiş olanlarına- belli aralıklarla tekrar tekrar göz atmanın elzem olduğunu dostça hatırlatmak istedim.
“Sıkı sinemasever” olmak gibi bir hedefiniz var ise elinizde bulunan eski ve yeni teknoloji ürünü bütün imkânları dibine kadar kullanmalısınız.
Evinde halen 30-40 yıl öncesinden kalma bir pikap ve (günümüzde çoğu CD olarak asla basılmayan) bir sürü değerli plak bulunan, bunları da her fırsatta büyük bir keyifle dinleyen “demode” biri olarak, meseleye böylesi bir “ekonomik yaklaşım”ın yararlarını ömrüm boyunca gördüğümü rahatlıkla söyleyebilirim. Sizin için manevî bir değeri olan, sizi ruhen geliştirip zenginleştiren her şeyi korumaya ve saklamaya alıştırın kendinizi…
Sizlere ekran başında güzel anlar yaşatan, izleyip de çok beğendiğiniz değerli filmlerin DVD ya da VCD'lerine “çay bardağı atlığı” muamelesi yapmak, onları bir-iki izlemeden sonra sayısız çizik içinde bırakıp kullanılmaz hâle getirmek, kalbinizde gerçek anlamda bir “sinema tutkusu” olmadığının, bu sanatı yalnızca bir “boş zaman öldürme aracı” olarak gördüğünüzün işaretidir. O yüzden, sevdiğiniz yapıtları üzerlerine titreyerek biriktirin ve doğru biçimde kullanmasını bilenlerle de cömertçe paylaşın.
“Kişiliğin kemâle ermesinde katkıları bulunan herkese ve her şeye karşı güçlü bir kadir kıymet bilirlik”, Müslüman insanın günlük hayatının her cephesi gibi “sanatseverlik” cephesinde de kendisini sık sık göstermesi gereken çok önemli bir erdemdir.
Bu benim şimdiye kadar uluslararası DVD piyasasından satın aldığım İngiltere kökenli düzinelerce filmden yalnızca biri. Dolayısıyla, söz konusu polisiye yapıtın sizlere anlatacağım (daha doğrusu göstereceğim) teknik uygulama açısından herhangi bir ekstra özelliği yok. Vermek istediğim örnek için rahatlıkla İngiltere'den gelmiş bir başka DVD'yi de kullanabilirdim. Yazıma başlarken en yakınımda bu film olduğu için, ben de onun kapak kâğıdını kullanmayı yeğledim.
“Birleşik Krallık”, geleneklere bağlılık adına özenle koruduğu “temsilî monarşi”ye karşılık, pratikte uzun yıllardır benimsediği siyasal sisteme bakıldığında, günümüzde “demokrasi”nin yeryüzündeki en sarsılmaz kalelerinden biri olarak kabul ediliyor. Sanırım, bu konuda hepimiz üç aşağı beş yukarı hemfikiriz.
Şimdi de dilerseniz, demokratik özgürlükler alanında bütün dünyaya öncülük eden bu devletin “sinema sektörü”ne bir göz atalım…
İngiltere ve sömürgelerinde piyasaya sürülen istisnasız bütün DVD'lerin kapak tasarımlarında, yanda görebileceğiniz türden özel bir açıklama bölümü bulunmaktadır. Arka kapağın alt kısmında yer alan bu çerçeveli bölümde filmin süresi, ses kayıt tekniği, görüntü çerçevesinin yatay-dikey oranları, üretici şirketin adı gibi bazı temel bilgiler yer alır.
Ancak, ilgili bölümde yer alan bilgiler yalnızca bununla da sınırlı değildir.
Orada, bir dairenin orta noktasına basılmış beyaz rakamlarla, video mağazalarının raflarında ele alınıp incelenen satılık ya da kiralık DVD'lerin “hangi yaş grubundaki sinemaseverlere hitap ettiği” de belirtilmektedir. Ki yandaki örnekte de göreceğiniz üzere, günümüzde artık sinema tarihinin klasikleri arasına girmiş olan Lumet'in “Serpico”su için bu yaş sınırı “18” olarak belirlenmiştir.
Kutuların üzerindeki “yaş sınırı”nı belirleyen otorite ise söz konusu DVD'yi üreten ticarî şirketteki adam ve kadınlardan oluşan rasgele bir topluluk değil, aslî işi Birleşik Krallık ve sömürgelerinde gösterime girecek filmleri kare kare izleyip bunları içeriklerine göre sınıflandırmak olan “British Board of Film Classification”dur. Yani, “İngiliz Film Sınıflandırma Konseyi”…
Hükûmet ve sinema sektörü karşısında bütünüyle bağımsız konumdaki BBFC, İngiliz film endüstrisini temsil eden çeşitli kişilerin yanısıra, özellikle “şiddet”, “pornografi”, “kaba dil”, “olumsuz davranış örnekleri” gibi hassas noktalarda devreye girip görüşlerini bildiren hukukçu, psikolog, pedagog ve psikiyatristlerden oluşmaktadır. İşini yıllardır kusursuz bir biçimde yapan bu organizasyonun kuruluş tarihi ise -sıkı durun- 1912'dir.
Tamı tamına 96 yıldır, Birleşik Krallık'ta çekilen ya da gösterim için bu ülkeye ithal edilen sinema filmlerini çocuklar ve gençlerin ruh ve beden sağlıklarını koruma kaygısıyla denetimden geçiren BBFC'ye, 1984 yılında, dönemin İngiliz hükûmetinin çıkardığı “Video Kayıtlar Yasası” uyarınca, salt video piyasası için çekilen yapımları denetleyen ikincil bir organ daha eklenmiştir.
Günümüzde İngiltere sınırları içinde çekilen ya da bu sınırlardan içeri giren hiç bir film, BBFC'den sertifika almadan gösterime çıkamaz. Bundan da önemlisi, BBCF'nin hiç bir denetimi, uyduruk, üstünkörü ya da sinemacılar arası hatır-gönül ilişkisine dayalı değildir. Bu Konsey'in önüne İngiltere'nin ya da dünyanın en prestijli yönetmeninin çektiği bir film bile konulsa, o film çeşitli yaş grupları için zararlı unsurlar içeriyorsa, mutlaka kendisine en uygun kategoriye alınır ve baskılı-görüntülü tanıtım materyalleri de bunu vurgulayan simgelerle donatılır.
BBFC'nin filmlerle ilgili kararlarına özel ya da resmî kimlikli hiç bir kişi ve kurum müdahale edemez; bu kararları değiştiremez. Zaten Konsey'i hükûmet ve sinema sektörü karşısında güçlü kılan idarî yapısı da onun bu özerk konumunu hiç bir tartışmaya yol açmadan sürdürebilmek için, uzun yıllar önce çıkartılan yasalarla peşinen garanti altına alınmıştır.
BBFC, sinema filmlerini temel olarak 8 ana kategoriye ayırır ve bunların afişlerine, lobi fotoğraflarına, perdeye yansıyan giriş yazılarının hemen öncesine, o yapıtın hangi yaş grubuna uygun olduğunu belirten simgeyi herkes tarafından rahatlıkla görülecek bir biçimde “koydurur”. Bu simgeler ise “Uc”, “U”, “PG”, “12A”, “12”, “15”, “18” ve “R18”dir.
Bir film, içerik açısından çocukların ya da gençlerin ruh ve beden sağlığına zarar verici nitelikte görsel-işitsel unsurlar içermiyorsa, o takdirde “U” (Universal / Genel gösterime uygun) sertifikasına hak kazanır. “U” sertifikası, söz konusu filmin afişlerine ve diğer her türlü tanıtıcı materyaline konulduğu gibi, sonradan (kurgusu değiştirilmeksizin) piyasaya sürülen DVD ve VHS kasetlerinin üzerinde de yer alacaktır. Ki böylelikle, ev sineması ürünleri satıcısı ya da kiralayıcısı konumundaki mağazaların sorumluları da bu ürünün 18 yaşından büyüklere satışını rahatça yapabilirler.
Ancak, bir filmde, içerdiği diğer bütün olumlu yönlere karşın, küçücük de olsa bir argo söz, kaba bir davranış, cinsellik ya da cinselliğe yönelik bir gönderme, şiddet gösterisi, içki, alkol ve uyuşturucu kullanımı gibi bir unsur var ise o durumda Konsey böyle bir yapıma “U-c” (Universal-Caution / Genel gösterime uygun, ancak yine de ebeveynlerin bazı sahnelerine dikkat etmesi gereken bir yapım) sertifikası verir.
Yani, ticarî gösterime çıkacak olan filmlerdeki tek bir söz, görüntü ya da imâ bile BBFC tarafından “affedilmez.”
Öte yandan, denetime giren filmlerdeki cinsellik/çıplaklık, argo, şiddet, içki, sigara ve uyuşturucu kullanımına yönelik sahneler/göndermeler arttıkça BBFC'nin sertifikası da duruma göre değişmekte ve direkt pornografik içerikli ürünlere verilen “R-18”e kadar uzamaktadır.
Öyle ki “R-18” sertifikası almış bir film sıradan sinemalarda asla gösterilemez; gösterimi yalnızca bu tür filmleri pazarlama ruhsatına sahip, çoğunlukla da kilise ve okullardan uzak, kentlerin görece tenha semtlerinde kurulu bulunan “özel salonlar”da yapılır. Daha da ötesi, bunların ev sineması formatına dönüştürülmüş DVD ve VHS gibi kopyaları “posta siparişi” yoluyla satın alınamaz, yalnızca “sex shop” adı verilen özel dükkanlardan temin edilebilir. Neden biliyor musunuz; eve gelen sipariş paketi ebeveynler tarafından değil, ezkaza evdeki küçükler tarafından açılabilir diye!
İngiliz sinema piyasasını ahlâkî normlar açısından 96 yıldır ödünsüz bir biçimde denetleyen BBFC'yi daha yakından tanımak ve filmlere verdiği sertifikaların anlamlarını tek tek öğrenmek için aşağıdaki siteyi ziyaret edebilirsiniz:
Şimdi de bu denetim işlemindeki ciddiyetin boyutlarını gösteren yandaki örneğimize bir kez daha bakalım ve BBFC üyelerinin “Serpico” gibi bir polisiye sinema klasiğini ele alırken bile işlerine nasıl titizlendiklerini kendi gözlerimizle iyice görelim.
Öncelikle, arka kapakta gayet okunaklı biçimde yer alan “18” işareti ve hemen altında yazan “Not to be supplied to any person below that age” yazısı, 18 yaşından küçüklerin bu filmin sinema salonlarındaki gösterimini izlemek için bilet satın alamayacaklarını, aynı filmi DVD ya da VHS olarak satıldığı/kiralandığı dükkanlardan da temin edemeyeceklerini gösteriyor.
Pekiyi, sinema işletmecileri ya da video mağazaları bu uyarının aksine bir davranış sergilerlerse, işledikleri suçun yaptırımı nedir?
İngiliz yasaları, böyle bir ihlâl karşısında hem ağır para, hem tesisi kapatma, hem de hafif hapis cezası öngörmektedir. O yüzden de sinemacılıktaki “yaş sınırı” uygulaması İngiltere'de öyle kolay kolay çiğnenmez. Hem sinemacılar, hem de mağaza sahipleri, bunun aksine bir davranışta ciddi riskler aldıklarını çok iyi bilirler.
İngiliz malı bir DVD'nin ya da VHS kasetin üzerinde yer alan ebeveynlere yönelik uyarılar bununla da bitmiyor. “Serpico” filminin DVD'sinde, yaş sınırını gösteren simgenin altında sıralanan diğer aydınlatıcı bilgiler ise şöyle:
Yukarıda gördüğünüz “şey”, aslî hedefi kesinlikle “cinsellik ya da şiddet sömürüsü” yapmak olmayan, bu tür sahneleri ancak konusunun gerektirdiği oranda ve çok kısa biçimde kullanan, argo konuşmalara da polis dünyasının ve sokak kültürünün doğal bir parçası olarak yer veren, sinema tarihinde yüksek prestije sahip ve bol ödüllü bir polisiye film başyapıtına yönelik standart bir BBFC denetim raporu örneğidir.
Aynı Konsey'in, öncelikli derdi sanat falan yapmak değil, çocukları ve gençleri cinsellik ve şiddet üzerinden suistimal ederek gişede parsayı toplamak olan sıradan bir “piyasa filmi”ne yönelik denetim yaklaşımını ise varın sizler düşünün!
Yeni Şafak'ta, 18 Kasım 2005 tarihinden bu yana (görevimden geçici olarak ayrıldığım iki hafta haricinde) yaklaşık 3 yıldır her hafta sonu düzenli olarak sinema sayfası hazırlıyorum. Geride kalan süre zarfında sayfamızın manşetinden 200'e yakın ayrıntılı film tanıtımı gelip geçti; “haftanın diğer filmleri” bloğundaki daha kısa (kapsül) tanıtımlarda ise en azından 1500 güncel yapıta yer verdik.
Ve bu üç uzun yıl boyunca, sayfamızda, yukarıda ayrıntılı olarak tanıttığım “İngiliz denetim sistemi”ne benzeyen simgelerle kodlanmamış, içeriğiyle ilgili olarak duyarlı ebeveynlerin uyarılmadığı bir tek film bile yer almamıştır.
Öyle ki, RTÜK ve Kültür Bakanlığı bile, film tanıtımlarında Türk medyasında (muhafazakâr çizgideki basın-yayın organları da dahil) halen bir eşi daha bulunmayan bu ön bilgilendirme sistemine bizim sayfamızdaki uygulamadan yaklaşık 8 ay sonra geçmiştir.
Yayıncılık alanına böyle bir ciddiyetin egemen kılınmaya çalışılmasından dolayı keyfi kaçan kimi çevrelerin yürüttüğü binbir türlü muhalefete rağmen, söz konusu uygulama 2006 yılı ilkbaharında güç bela da olsa başlatıldı. Ancak, sonradan RTÜK'ün etkin bir denetim gerçekleştirme noktasındaki teknoloji ve personel yetersizliği, kendisine yöneltilen eleştirilerden ürkmesi, buna bağlı olarak ilerleyen zamanlarda görevini sıkı tutmaması yüzünden, söz konusu ön bilgilendirme sistemi günümüzde hem sinemacılık sektörü, hem de özel televizyonlar tarafından bol bol suistimal edilir duruma geldi. İçeriği ağzına kadar şiddet ve argoyla dolu kimi popüler dizilerin girişinde 5-10 saniye çıkıp kaybolan “+7” (7 yaşından büyükler için uygundur) şeklindeki “komik” simgeler, bu uygulamanın televizyon sektörü tarafından ne denli laçka biçimde algılanıp yürütüldüğünü ikinci bir örneğe gerek olmadan fazlasıyla ortaya koyuyor zaten…
Aynı şekilde, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın ilgili kurulları tarafından sinema filmlerinin tasnifinde kullanılan simgeler de günümüzde tam anlamıyla bir “yasak savma aracı”na dönüşmüş durumda. Öyle ki işletmecilerin, denetim mekanizması tarafından alınan kararlar karşısında izledikleri yol bile artık iyice standart bir rotaya kavuşmuş görünüyor. Denetimle mücadelenin ilk formülü, Bakanlığa gönderilen yerli ya da yabancı filmin herhangi bir nedenle bu uyarıcı simgelerden birini alması durumunda, “sanatsal özgürlük” ve “farklı düşüncelerin özgürce ifadesi” arka fonu üzerinde şiddetli bir yaygara koparmak üzerine kurulu…
Bu yaygara bazen ciddi biçimde para ediyor ve (zaten bünyesinde tam olarak bu işin ehli sayılamayacak, ilgisiz mesleklere mensup bazı üyeleri barındırdığı için sektörde de fazlaca güven duygusu uyandırmayan) denetim kurulu kısa sürede geri adım atarak, önüne ikinci kez gelen bir filmle ilgili önceki kararını rahatlıkla değiştirebiliyor. Ya da bu değişikliği onlar yerine bazen bir üst kurul yapıyor. Böylelikle de ilk aşamada çocuklara ve gençlere zararlı olarak görülen/gösterilen bir film, bakıyorsunuz, iki-üç hafta süren yoğun bir yaygaranın ardından, sonuçta hiç bir yaş kısıtlaması olmaksızın özgürce gösterime girivermiş!
Ülkemizde halen yürürlükte olan film denetim mekanizmasının birbirinden çelişkili uygulamaları hakkında bazı somut örneklere ulaşmak için, sinema yazarı Ali Ulvi Uyanık'ın 21 Eylül 2008 tarihinde www.sadibey.com sitesinde yayımlanan şu yazısını inceleyebilirsiniz:
Hoş zaten, yasaların takibi noktasında inanılmaz düzeyde zaafiyet içindeki böylesi bir ülkede, hiç bir caydırıcı denetim mekanizmasına sahip bulunmayan bir sistem “sinema filmlerine yaş sınırlaması” koysa ne yazar, koymasa ne yazar!
Bir film, ülkemizde yürürlükte olan denetim sistemi içinde “18+”, “13+”, “7+”, “şiddet/korku”, “cinsellik” ve “olumsuz örnek oluşturabilecek davranışlar”a işaret eden bu simgelerden birini ya da bir kaçını içerse bile bunlar gazete ilanlarında, sinema salonlarının lobilerine asılan afişlerde, mağazalarda satılan DVD-VCD kutularının üzerinde neredeyse bir mercimek tanesi büyüklüğünde kullanılmaktalar. Ayrıca, ülkemizdeki geleneksel işletmecilik kültüründe, ağızlarından hiç düşmeyen çikletleri ve beton soğukluğundaki hizmet anlayışlarıyla sinema gişelerinin en bildik simgeleri arasında yer alan orta yaşlı biletçi kadınlar ile onları istihdam edenlerin de bu konuda en küçük bir etik kaygıları yok. Şimdiye kadar İstanbul sinemalarında hiç izlemediysem, çocuklar ve gençler için zararlı unsurlar içeren, denetim kurulları tarafından “15+” ya da “18+” olarak işaretlenmiş en az 20-30 dolayındaki yerli ve yabancı filmi, salonları dolduran çoluk-çocuk kalabalıkları içinde oturarak izlemişimdir. Sinema müdürlerine bu konuyu ilettiğinizde aldığınız cevap ise üç aşağı beş yukarı hep aynı:
“Ne yapalım be birader, zaten işler kesat, sinema salonlarını çoluk çocuk ayakta tutuyor. Onların da önünü kesersek iyice hapı yutarız!”
Kocaman bir “katiller, hırsızlar, cinsel sapıklar, psikopatlar, başlarını internetten ve bilgisayar oyunlarından 24 saat boyunca kaldıramayan asosyal tipler kuşağı” işte aynen bu şekilde doğuyor.
Her konuda aşırı ciddiyetsiz olduğumuz gibi, “film denetimi” işindeki ciddiyetsizliğimizle de bir kuşağın belleğinin adım adım kirletilmesine el birliği içinde çanak tutuyoruz. Ne devlet devletliğini biliyor, ne sektör sektörlüğünü, ne de medya medyalığını…
TV'de ve sinemada gösterime çıkacak filmleri bilim ve sanatın evrensel ölçütleri ışığında denetleyip kodlamak, gerçek anlamda uygarlaşmış bir toplumda asla “demokrasi ihlâli” biçiminde algılanmaz. Bu, totaliter rejimlere sahip kimi üçüncü dünya ülkelerinde sıkça rastlanan türden tipik bir “sansür uygulaması” değil, aksine hem küçüklerin, hem de onların ebeveynlerinin demokratik bir hakkıdır. Aynı şekilde, pek çok devlette olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti Anayasası da çocukların ve gençlerin dışarıdan gelecek yıkıcı etkiler karşısında, resmî yaptırımlar eşliğinde korunmalarını emretmektedir.
O yüzden, “bireyin kişisel özgürlüğünün (daha doğrusu kişisel çıkar beklentisinin) nerede başlayıp nerede biteceği” noktasında hâlâ net bir ahlâkî sınır oluşturamamış bir takım ithalatçı, işletmeci, satıcı, yapımcı, yönetmen ya da izleyicilerin vicdanına bırakılmayacak kadar ciddi bir konudur “film denetimi”…
Nitekim, ABD, İngiltere ya da Almanya gibi ülkeler de bu meselenin “sanatsal özgürlük” kulvarının tamamen dışında olduğunun bilinciyle, söz konusu alanın kurallarını tanımlayan yasa, yönetmelik, örgüt, konsey, kurul ve diğer her türlü denetim mekanizmalarını daha 20'nci yüzyılın başlarında oluşturup konuyu günümüzde büyük ölçüde kapatmış durumdalar. Tıpkı İngiltere'deki kudretli BBFC gibi, onun ABD'deki muadili olan CARA'nın (The Classification and Rating Administration / Film Sınıflandırma ve Derecelendirme Yönetimi) kararlarına da Hollywood çevrelerinde tam bir konsensus içinde saygı gösteriliyor.
Bilenler bilir; sırf “R” (18 yaşından küçükler için uygun değildir) sertifikası almamak ya da önceden almış olduğu R sertifikasını değiştirebilmek için oturup kendi filmini yeniden kurgulayan, yaptığı ikinci kurguda cinselliğin/çıplaklığın ve şiddetin dozunu azaltan bir sürü popüler Amerikalı yönetmen mevcuttur. Genç izleyiciler ve ebeveynleri üzerinden gelecek ticarî kazancı yitirmek istemeyen bu kişiler, yapıtlarının eksiksiz kurgularını sonradan DVD versiyonuna aktarmak suretiyle, sistemin yaptırımları ve kendi kreatif hedefleri arasında makûl bir “orta yol” bulmayı da pekâlâ başarıyorlar.
Amerikan sınıflandırma sistemini yakından tanıyabilmek için CARA'nın aşağıdaki sitesini ziyaret edebilirsiniz:
“Film denetimi” işinin, 19'uncu yüzyılın sonlarında sinema teknolojisini keşfeden ve onu hem etkili bir sanat dalı, hem de devâsâ bir endüstriye dönüştürerek bugünlere kadar başarıyla taşıyan iki büyük batı ülkesindeki mevcut işleyiş biçimi aynen böyle…
Yani, öyle sektördeki herkesin kafasına göre takıldığı, “saldım çayıra, mevlâm kayıra” biçiminde bir gösterim ve satış düzeni içinde yürümüyor bu iş kolu…
Ülkemizde ise az biraz sosyalizmden, bolca da “din, ahlâk ve gelenek karşıtlığı”ndan beslenen işkembeden sallama bir özgürlükçülük iddiasının arkasına takılmış durumdaki kimi sinema yazarlarının ve onlarla iyice “kanka” hâline gelmiş bir sinema sektörünün, “sanatsal özgürlük alanı” ile “genç kuşakların görsel kirlilikten korunması” arasındaki bu hassas dengeyi lâyıkıyla kavrayacak ne uluslararası literatür/hukuk bilgisi, ne gerçek anlamda bir demokrasi bilinci, ne de böylesi bir çıkarlar ayrımını makûl bulacak bir sağduyusu var. Bu olay her şeyden önce bir “vicdan sorunu”dur ve eğer bizden sonra gelecek kuşaklara karşı kalbimizde herhangi bir vicdanî sorumluluk hissetmiyorsak, sinemaya dönük ilgimizin sınırları da kendi kişisel beklentilerimizin en iç sınırlarından başlayıp yine bu beklentilerin en dış sınırlarında biter. Böyleleri için ölümden öte hiç bir şeyin anlamı, önemi ve değeri olmadığı için, onlardan sonra olabileceklere de “Varsın, benden sonra tufan kopsun” mantığıyla bakarlar.
O yüzdendir ki ülkemizdeki denetim mekanizmaları, dünyanın en ileri demokrasilerinde bile kırk yerinden kesilerek gösterime giren kimi tartışmalı filmlere topu topu 20-30 saniyelik küçük makaslar atmaya kalkışınca; hattâ bırakınız kesip biçmeyi, yalnızca “18 yaş üstü” sınırlaması getirince kimileri tarafından kızılca kıyametler kopartılıyor, konu daha o saniyede gerçek mecraından saptırılıp “hükûmetin toplumu gericileştirme temayülü”ne getiriliyor.
Çünkü, dünyadaki uygulamalardan zerrece haberleri yok bu tür tiplerin; yalnızca tek lobu çalışan beyinlerinde geliştirdikleri o çarpuk çurpuk “solcu demokrasi”lerinin hayâlleri içinde debelenip dururlarken, kendileriyle birlikte toplumlarını da dehşetli bir görsel kirliliğin merkezine doğru sürüklemekten hiç bir rahatsızlık duymuyorlar. Yolları ABD'de, Almanya'da ya da İngiltere'de bir video mağazasına düştüğünde Jim Jarmusch'un, Gus Van Sant'ın ya da Kim Ki Duk'un son filmini iştahla aramaktan, çocuklar ve gençlerin bırakın aynı mağazadan erotik bir DVD satın almayı, bu tür filmlerin satıldığı raflara bile yanaşamadığı gerçeğine iyiden iyiye uzak kalmışlar.
Ben ise 10-12 yaşındaki ilkokul çocuklarının, büyük kentlerimizin en işlek caddelerindeki köşe başlarını tutmuş bir vaziyette “Hadeee, her çeşit porno vaaar” diye bağırıp duran, her türlü ahlâkî ve insanî kaygıdan uzaklaşmış bir takım tekinsiz tiplerden 3-4 liraya rahatça porno DVD satın alıp okulda akranlarıyla takas yaptığı bir ülkede yaşamaktan, mesleğimi bu koşullar altında ifâ etmekten tek kelimeyle utanç duyuyorum.
Bu sayfayı hazırlamaktaki aslî hedefimiz de yüreklerinde böylesi bir utancı -ve dahası “acı”yı- yaşayanların sayısını hızla artırmak…
Ha, başarır mıyız, başaramaz mıyız?
Onu hiç bilemiyorum.
Karıncaya merakla sormuşlar: “Nereye gidiyorsun?”
“Kısmet olursa Kâbe'ye” demiş.
“Bu kadarcık bir cüsseyle mi?” demişler gülerek, “Sen Kâbe'yi falan bırak, daha buradan on adım bile uzaklaşamadan tükenirsin!”
“Olsun be azizim” demiş bizim karınca, “En azından Kâbe'nin yolunda ölmüş olurum.”
Sinema yazarlığındaki temel meselemiz, en özet ifadesiyle budur.