Lüzumlu hissettiğim zaman döneceğim

Kübra&Büşra
00:0012/09/2010, Pazar
G: 11/09/2010, Cumartesi
Yeni Şafak
Lüzumlu hissettiğim zaman döneceğim
Lüzumlu hissettiğim zaman döneceğim

'Ney'i dünyaya tanıtan, 38 yıldır Fransa'da yaşayan dünyaca ünlü bir isim Kudsi Ergüner. Üç kuşak neyzen bir aileden gelen Ergüner'in Fransa'dan dönmeye pek niyeti yok. Bunun sebebi olarak, kendisine ihtiyaç olmadığını söylüyor ve ekliyor;

Kudsi Erguner Türkiye coğrafyasında yer bulamadığı için 38 yıldır Fransa'da yaşayan dünyaca ünlü bir neyzen. Türkiye'ye çok nadir gelen Erguner, geçtiğimiz ramazan ayında İstanbul'daydı. Erguner 'ney'i dünyaya tanıtan en önemli isimlerden, fakat o Türkiye'ye dönmek istemediğini söylüyor. Kudsi Erguner'in dedesi ve babası da neyzen. Ney üflemeyi de onlardan öğrenmiş. Musikinin dünyanın maşakatlerini unutturmak için bir araç olduğunu söyleyen üçüncü kuşak neyzen Erguner ile tasavvufun sembolü haline gelmiş 'ney'i, neyzenliğin edebini, nasıl bir ortamda büdüğünü, derviş olup olmadığını uzun uzun konuştuk. Kudsi Erguner de İstanbul'a gelmenin hatırına bu defa bizim kulaklarımıza üfledi, derdimizi, tasamızı unutturdu.

Babası ve dedesi neyzen olan biri nasıl bir ortam da büyür, çocukluğu nasıl geçer?

Herkes kendi geçmişine ait şeyler anlatıyor. “Dedem ve babam şuydu” diyorlar. Burada benim maksadım o değil. Türkiye çok hızlı değişiyor. Bir gün önce yasak olan şey, bir gün sonra mübah oluyor. Bu yüzden insanlar eskiye ait referanslarla kendini bulmaya çalışıyor. O açıdan bu anılar değer kazanıyor. Benim büyüdüğüm ortam Cumhuriyet'in katı bir dönemiydi ve tek partili bir dönemdi. Ev ortamına gelince, rahmetli babam evde ney üfleyen bir insandı. Ben ney üflemesini ondan öğrendim.

Anneniz ne diyordu bu duruma?

Annemin arada isyan ettiğini biliyorum. “Bırakın şu neyi de birazcık sohbet edelim” derdi. Babamın cevabı ise; “Bak sana birşey soracağım bu ney sesi mi daha iyi?” olurdu.

Dedeniz neyzen. Bu gelenek nasıl ulaşmış bu güne dek?

Rahmetli dedemin zamanında üstad denilebilecek müzisyenlerin evlerinde meclis olurmuş. O meclislerin de bir adab-ı erkanı var. Kimin ne zaman geleceği ve nereye oturacağı belli. O zamanlar salı günleri de dedemin toplantıları varmış. O salı toplantıları sonra babama intikal ediyor. Evimizde uzun müddet o salı toplantıları devam etti. Hafız Esad, Hulusi Bey, Hafız Kemal gibi önemli isimler gelirdi. Her cumartesi Özbekler tekkesine giderdim. Özbekler Tekkesi, diğer tekkeler kapatıldıktan sonra bile toplanılıp en azından çorba içilen bir yerdi. Bir cemaat faaliyeti vardı.

Böyle bir ortamda neyzen olmamak imkansız mıydı?

Yoo. Bir aile geleneği bir yandan da teşvik görüyorsunuz. Hatırlıyorum, rahmetli neyzen Hamdi Bey vardı. Ara sıra gelir annem ve babamdan rica ederdi beni evine davet etmek için. Bende on bir yaşımda bir çocuktum, o altmış yaşındaydı. Beni alır sanki büyük bir insanmışım gibi evinde yemek yedirip ney üfletirdi.

Neyzenlerde özel bir bir edep var mı?

Mevlevi tarikatında tasavvufta, bir edeb, bir erkân var. Bu edebin öğrenilmesi laf ve kitap ile olacak birşey değil. Bu bir cemaat hayatı. “Mevleviyim” diyebilmek için mevlevihanede yaşamış olmak lazım. Herkes birbirine “dede” diyor. Ama dede olmanız için bir çile doldurmanız gerekiyor. Çile doldurmak içinde dergahın dışına çıkmamak kaydıyla, dergahta bir fiil yaşamış olmanız lazım. Bu edep erkân bir öğreti meselesi. Sadece davranış değil. Kişi kalbinde luzumsuz hevesler, hırslar olmaması lazım.

Ney üfleyen kişinin nefsi terbiye olur mu?

Ney üfleyerek nefis terbiye edilmez. Nefsi terbiye etmenin musiki ile ilgisi yok.

Peki ney hangi boşluğu dolduruyor?

İnsan düşünmenin ötesinde hisleri olan da bir varlık. Gazali Hazretlerinin bir kitabında sema babı var. İnsanlar semayı sadece dönmek zannediyor. Oysa ki sema dinlemektir. O sema babında şöyle bir hikaye anlatıyor. Bir tüccar varmış, onun evini ziyarete gidiyor gittiğinde o zatın kölesi yalvarıyor. Diyor ki; “Efendim beni öldürecek çünkü çok kızgın bana.” Dostuna soruyor “neden bu köleye kızdın?” Şöyle cevaplıyor; “bu adamın çok güzel bir sesi var. Ona kervanımı teslim ettim. Sefere giderken dedim ki sakın okuma. Benim sözümü dinlememiş kervan giderken okumuş. Develer onun sesinin güzelliğinden sırtındaki yükü açlığı yorgunluğu unutmuşlar, hepsi telef olmuş” diyor. Sonuç olarak bir deve dahi çölün ortasında açlığını, susuzluğunu, yorgunluğunu sırtındaki yükü unutabiliyorsa, insan da deveden daha hassas olduğuna göre musiki, insana dünya hayatındaki meşakkatini, eziyetini yükünü unutturması ve bu ömrü daha hafif bir şekilde istihrak içinde devam etmesi anlamına geliyor.

Musiki bir öğreti değil o zaman...

Değil. İnsanın ihtiyacı olan dünya hayatındaki dertleri unutmak. Ama hakkı unutmak değil. Bir de dünya hayatının keyfini hatırlatan müzikler var, ayrı. Onlar haram kabul ediliyor. Eğer bir musiki de sözleri, güftesi ait olduğu ortam dolayısıyla bir alem neşesi varsa o zaman rabbini unutmaya teşvik eder. Ötekisi mübah bir musikidir.

Tasavvufun sembolü ney. Neden zamanla 'ney'in dışında başka bir enstrüman öne çıkmadı?

O kültürel şartlanma. Neyin sedasında öyle bir güzellik var. Ama ayrıca Mevlana Hazretleri rebab için de bir çok rubai yazmış. Rebabın sesinden de neyden duyduğu hazzı duyuyor. Ayrıca yine ud için yazdığı rubailer de var. Sadece neye anlam yüklemek kültürel şartlanma.

Neyi vazgeçilmez yapan yine bu kültürel şartlanma mı?

Mesnevinin başında neyle ilgili bir mecaz var. Şiir mecazı esasen. Bazı şeyleri anlatamazsanız misal ile anlatırsınız. İnsanların bileyeceği galip olan şeyler misallerle anlatılıyor. Ney sesi o zaman da üflenen bir saz. Bir kamış parçası.Üzerinde perdeleri vardır ve o perdeler açılmadıkça ses vermez. İçini yakıp perdeleri açtıktan sonra üfleyince nefesiniz bir sese dönüşebilir. Burada Mevlana'nın neyi kullanmasındaki sebep, insanla aynı şekilde oluşudur. İnsanın kendi nefsindeki perdeler temizlenmezse ilahi ilhama tabi olması mümkün değil. Bu mevzuyu anlatabilmek için ney imajını kullanmış. Yoksa ney sazının ilahiyatından değil.

'Ney artık siyasetin enstrümanıdır' demiştiniz. Mevlana'dan günümüze ney nasıl bir boyut değiştirdi?

İslam alemi ondokuzuncu yüzyıldan intibaren değişimler yaşamış. Türkiye'de siyasi sıkıntılardan biri batıcılık akımının başlaması. Bu ikinci Mahmud ile başladıktan sonra Cumhuriyet döneminde kanunun bir gereği olmuş. Bunun yanında bir de milliyetçilik var tabii. Herşeyin Türk olması lazım kabul edilebilmesi için. “Ney acaba hangi kökten?” gibi sorular ortaya atılıyor. Son olarak sümer sazı olduğunu ortaya attılar ve böylece “Sümerliler Türktü o zaman ney de Türktür, çalabiliriz” dediler. Siyasetin enstrümanı derken bunu kastediyorum.

Peki nereye ait?

Bence her yere… Şuanda düşündüğümüz coğrafyanın da ötesinde bir aidiyeti var. İlk ney ile ilgili görüntü eski Mısır mezarında bulundu. Beşbin yıl önce yapılmış bir tasvir. Yunanlılar'da, Balkanlar'da, İran'da, hatta Afganistan'da bile var. Onlar sadece “nar” diyorlar. Yine kamıştan, ney gibi ama başka bir şey çalıyorlar. Coğrafyası sadece Türkiye'ye ait değil. Ama bir coğrafyaya da ait olması lazım çünkü kamışın olmadığı yerde de ney olmaz.

Farklı konseptlerde neyin üflenmesi özüne zarar veriyor mu?

Eğer özü varsa zarar vermez. Hz. Mevlana'nın sözlerini aktarayım; “Ben hali çirkin olanlarla beraber oldum, her mecliste feryat ettim. Ama herkes benim sırrımı anladığını zanneti” diyor. Buradaki işaret nedir? Bir evliyayı, kamil iman sahibi birini düşünün bu adam illa cami de mi duracak? Onu sen meyhanede de görsen, onun o hali meyhanedekiler gibi değil. O belki başka sebeple geliyordur. Neyin diğer müziklerin içine girip çıkması özü varsa neden olmasın? Özü yoksa onun içinde kaybolur gider.


FRANSA'DA KENDİMİ KORUYORUM

Kaç yıldır Fransadasınız?

İlk 1972 senesinde gittim. Hala da oradayım.

Artık dönme vakti gelmedi mi?

Dönecek bir yer yok ki…

Yer?

Durum çok daha başka. Gençliğimizde olmasını istenmeyen itilen, kakılan şeylerin hepsi ortaya döküldü.

Mesela?

Tasavvuf müziği gibi... Bütün bu malzeme ortaya döküldüğü vakit insanların o mirasta ilgisi iki türlü oluyor. Birincisi “Ben Türküm bu ülkenin insanıyım dolayısıyla bunlar benim sevmem gereken şeyler” olarak görüyor. İkincisi “Ben Müslümanım bu da islam kültürünün bir parçası benim de bunun içinde olmam gerekiyor” şeklinde oluyor. Bir diğeri ise insanın zevkinin ve anlayışın o mirasla hemhal olması. O noktaya daha gelmiş değiliz. Şu anda insanlar bir hürriyet arayışı içerisinde. Ney, tasavvuf ve hoşgörüye sarılıyoruz.

Onun yeri neresidir, biz aynı yücelikte miyiz?

Bu bir kültür ve estetik meselesi. Bir toplumun o seviyeye çıkması asırlar alıyor. Bugün herkes ona sarılıyor ama içi boşaltılıyor. İnsanların seviyesi o yücelikte değil. Keşke imkan olsada bir film yapsak. Tasvvuf müziği yapan mevlevilik, semazenlik iddiasında bulunan kişilerin özel hayatlarına girsek hiç alakası yok.

Bu sanatı icra eden kişi onu bir maharet olarak mı yapar yoksa o maharetin ne kadar kendisidir?

Bir röportaj okumuştum. İsim vermeyeceğim ama siz anlarsınız zaten. Orada muhabir “çok şık giniyorsunuz” diyor. Karşı taraf “evet bir giydiğimi bir daha giymem, kırk bin ayakkabım var” diyor. “Genç bayanlara da çok meraklısınız” diyor muhabir. O da “Bir çıktığım bayanla iki defa çıkmam” diyor ve bu şekilde sıralıyor. Sonunda “Ne tip müzik yapıyorsunuz?” diye sorulduğunda adam “Tasavvuf müziği yapıyorum” diyor. Bizim musikimiz asırlardır ne söylendiğine ne yapıldığına değil, kimin yaptığına ve çaldığını merak eder. Bu yapılan şeyden daha önemli olmalı.

Fransa'da kendinizi koruyabiliyor musunuz? Neden koruyamayayım? Bir girdabın içinde sürüklenmiyorsunuz. Hangi koşullarda dönersiniz?

Lüzumlu olduğumu hissetiğim zaman gelirim. İnsan yetiştirmek gibi bir hizmet olur o zaman tabiki gelirim. Ama gelip memleketimde oturayım diye bir derdim yok.

Kaçıyor musunuz?

Hayır. Türkiye şu anda bir keşmekeş yaşıyor. Bu keşmekeşin içinde olmak bana hiç birşey kazandırmaz. Benim burada olmam ne Türk toplumuna birşey getirir ne de götürür. Vaktiyle Şerif Muriddin vardı. Alafranga müziğe merak salmış, kırbeşli yıllara kadar New York orkestrasında viyolensel çalıyor. Mehmet Akif ona şiir yazıyor ve şiiri okuduktan sonra İstanbul'a geliyor. Ondan beklenen “Ud üstadısın gel bu sanatı ihya et” idi. O ihya etmek için ud konçertoları yazıyor. Ondan beklenen o değildi.

Sizden ne bekleniyor?

Şu anda benden beklenen de bizim icra etmemiz, kaybalon mirasın tekrar ortaya çıkması değil, onun dejenere olmuş versiyonunu yapmamız isteniyor. O da benim işim değil.

Birşeyler yapmayı hiç denediniz mi peki?

Bundan iki yıl önce Cemal Reşit Rey'de benden kutlu doğum programı için konser yapmam rica edildi. Mevlid ile ilgili ne kadar döküman varsa onları çıkarttım. Hafızlardan oluşan sekiz kişilik bir koro kurduk. Konser günü bizden önce Kutlu Doğum Senfonisi diye uyduruk bir grup çıktı. Salondaki insanlar bugünün Müslüman(cı) olan insanları. Hiç kimseden çıt çıkmıyor, senfoniyi gayet güzel dinlediler. Ondan sonra biz çıktık camii tecvidleri okuyoruz. Herkes konuşmaya başladı. Bir saatlik programdı onbeş dakika çaldık ve çıktık. Benim yaptığım müzik ondan iyi demiyorum. Ama maksat tarihi mirassa, asılolan kutlu doğum haftası senfonisi değildir.

Yine de dediğiniz miras burada değil mi?

Tabiiki biz istiyoruz, Mevlana'mıza, dedemize kavuşalım. Eski İstanbul'un yüksek seviyeli İslam kültürünü tekrar bulalım. Bunların hepsi bir aşamadan sonra olacak şeyler. İki günde olmaz. Ama Mevlana halka inerse ve Mevlevi kültürü popülerleşirse bu olmaz. Konya'da Mevlana anısına bir gösteri yaptılar. Üç yüz semazen dönüyor, her tarafta maytap patlıyor, Lazer ışıklarıyla futbol sahasında, büyük bir senfoni orkestrası ve o orkestranın içinde smokinli Ahmet Özhan Mevlana Senfonisi okuyor. Bu mevlevilik kültürüne hizmet mi? Bu bir bakanlığın yapması gereken bir şey mi? Elli küsür bestelenmiş Mevlevi ayini var. Bunlar icra edilmiyor. Böyle bir ülkede yaşamak istemiyorum. Evimde neyimi üfleyeyim daha iyi.


DERVİŞ OLMAK BİR İDDİA, BEN O İDDİAYA GİRMEM

Ney hayatınızda neyi değiştirdi? Bu enstrümanı çalan ile çalmayan arasında bir fark var mı?

Herhalde olması gerekir. Eğer bu enstrümanı icra eden, ney sazının temsil ettiği mevlevilik gibi bir cemaat ortamında neleri temsil edeceğinin farkındaysa tabii ki bir fark olur. Bunu birbirinden ayırın. Musiki tasavvuf müziği bir bütünden kopmuş bir şey değil. Birçok şeyin biraraya gelmesiyle zuhur ediyor. O müzisyeni besleyen bir edebiyat, o edebiyatı anlayan bir cemaat ve diğer güzel sanatları algılayan bir derinlik olacak.

Dinleyicisi neye dönüştü?

Rahmetli babam Özbekler Tekkesi'ne gittiğinde Üsküdar'da vapurdan inerken insanlar “geliyor” diye nara atıyorlardı. Çünkü gelecek orada taksim edecek diye gözyaşı döken insanlar vardı. Şimdi görmediğim bir kalabalığa çalıyorum. Hiç bir münasebetimiz yok o beni beslemiyor. Ben evimde veya tanıdığım üç beş insana hitap etmekten besleniyorum. Ney üflemek insana birşey vermez. Ama neyin etrafında bir çok unsur var ki onlar besler.

Derviş misiniz?

Derviş kelime olarak kapı eşiğinde duran adamdır. Devriş olmak bir iddia.

Siz böyle bir iddiaya girmez misiniz?

Hayır. Eğer dervişsem zaten girmemem lazım. Bir aidiyet mevzusu var. Ben Mevleviyim, Halvetiyim, Cerrahiyim demek bir aidiyet. Bu aidiyet bir iddia.

O zaman bir iddia olmalı...

Eğer realitesi varsa tabii olmalı. Eğer insan mümin ise “Müslümanım” demeli. Bugün bir insanın “ben mevleviyim” demesi için tekkelerin açık olması lazım. Bir dergaha mensup olması lazım. Yani öyle sadece ney üflemek, biraz arasıra dönmek ile mevlevilik olmaz. Bu palavra. Bu aidiyet mevzusuna inanmıyorum.

Kudsi Erguner olmak için ne yaptınız?

Ben kimse bu ülkede ney üflemezken bu enstrümanı dünyaya tanıtan biri oldum. Ben geleneksel bir ney tavrında devam ediyorum. Bugün ney üfleyen bir çok insan var. Ama Ney mi yoksa kaval mı belli değil. O açından bir ayrıcalığım olabilir. Ben modern zamanı geleneğin içine koyabiliyorum. 20. yüzyılın ışığında İslamiyet diye kitaplar yazıldı. Yirminci yüzyılın ışığı mı kaldı?

Peki iyiliğin ölçüsü ne?

Şimdi bakıyorum insanlar arabeskin alehine konuşuyorlar. Terazinin bir kefesine Orhan Gencebay koysalar, diğer kefesine de Alaeddin Yavaşça'yı koysalar ben Orhan Gencebay'ı seçerim. Çünkü Alaaddin Yavaşçı kendini bitirmiş artık. Orhan Gencebay'ın her okuduğu şiir abide gibi. Değerler o kadar tersine oturmuş vaziyette ki.