12 Eylül'de yapılacak referandumda BDP'nin boykot kararını, anayasa değişiklik paketine destek verilmeyerek yapılan yanlışın sürdürülmesi olarak yorumlayan Kemal Burkay; bu kararın BDP'nin değil İmralı'dan gelen mesaj olduğunu söyledi. Burkay; "Hayır oyu veya boykot sadece 12 Eylülcülere ve demokrasi düşmanlarına yarıyor' dedi.
Tanıdık satırlar bunlar. Sezen Aksu söylüyor; Gülümse. “İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse.”
Oysa bugünlerde gülümseyemiyoruz, çünkü silahların, bombaların gücü, sözün gücünden daha ağır. Ama bizim güçlü sözlere ihtiyacımız var.
Sezen Aksu'nun seslendirdiği “Gülümse”nin sözlerini yazan Kemal Burkay'a sözü verdik bu hafta. Aslında bu söyleşi istihbarat muhabirimiz Önder Deligöz'ün eseri desek daha doğru olur.
Hala sözün gücüne inanan şair Kemal Burkay'la hem referandumda BDP'nin “boykot” kararını hem de demokratik açılımın nasıl başarıya ulaşabileceğini konuştuk.
Söz konusu paket bir dizi olumlu değişikliği içerse de yetersiz. 12 Eylül Anayasası'nı, dibacesiyle birlikte toptan değiştirecek, yerine demokratik, çağdaş bir anayasa koyacak köklü bir değişikliğe gerek var. Ülkenin 30 yıldır cunta anayasası ile yönetilmesi üzüntü vericidir. Ama ne yazık ki böylesi bir köklü değişiklik bugüne kadar mümkün olmadı. Geçmişte bölük pörçük değişikliklerle yetinildi. AK Parti de, kanımca bu konuda yakaladığı şansı iyi değerlendiremedi.
Ama söz konusu değişiklik de birçok bakımdan olumludur ve ilerde daha kapsamlı bir anayasa değişikliğine yolu açacak, bunu kolaylaştıracak türdendir. Çünkü, Anayasa Mahkemesi ve öteki üst yargı organlarının, en küçük değişikliği bile engellemek için nasıl statükocu güçlerle omuz omuza verdiklerini ve ortaya 367 oranı türünden hilkat garibesi “yargı kararları” çıktığını biliyoruz.
BDP'nin bu değişikliğe parlamentoda evet oyu vermemesinin ise haklı ve anlaşılır bir gerekçesi yoktu. BDP'nin Anayasa değişiklik paketine yönelik öneri ve istemleri haklı olabilirdi ve bence de haklıydı. Ama bu istemler göz önüne alınmadı diye değişikliğe destek vermemek ya hep ya hiç mantığıdır, yanlıştır. BDP böylece, istesin istemesin, CHP ve MHP'nin yanına düştü, onları sevindirdi. Siyasi partilerin kapanmasını zorlaştıran hüküm parlamentodan yeterli oyu alamadı ve paketten düştü.
Anayasa Mahkemesi, her halde kamuoyundan gelen tepkileri göz önüne alarak, korkulduğu gibi değişiklikleri toptan iptal etmedi, bazı sınırlı müdahalelerle yetindi. Ama, bu kadarı bile, değişikliği esastan ele aldığı için Parlamento'nun yetkisine müdahale idi ve bunun çağdaş hukukla bağdaşır bir yanı yoktur. CHP ve MHP gibi muhalefet partilerinin yanı sıra, yüksek yargı da 12 Eylül Anayasası üzerine titremektedir. Beş generalin keyfine göre yapılmış cunta Anayasasını cansiperane savunmak da bu ülkenin politikacı ve hukukçularına özgü bir garabet olsa gerek…
BDP, yasanın parlamentodaki görüşme sürecinde yaptığı yanlışı sürdürüyor. İmralı'dan gelen mesajdan etkilendiği kanısındayım. Böylece kendisine de Kürt halkına da yazık ediyor. İmralı'daki tek kişi ve özgürce karar verebilecek durumda değil. Hayır oyu veya boykot sadece 12 Eylülcülere ve demokrasi düşmanlarına yarıyor. Boykot tavrı tabanlarına güvenmedikleri içindir. Tabanları sandık başına gitse en azından bir bölümü aklına ve vicdanına danışıp evet oyu verecek. Bunu engellemek için boykota başvurdular. Böylece sandık başına gitmek isteyenleri baskı altına alacak, gidenleri suçlayacaklar. Bu demokratik bir tutum değil.
Bir bölümü parti yönetiminin yürüttüğü propagandadan etkilenecek. Bir bölümü, farklı düşünse bile eleştiri ve suçlamalara hedef olmamak için boykot kararına katılacak. Ama buna rağmen herkesi denetlemeleri ve caydırmaları mümkün olmayacak kanısındayım; BDP tabanından da sandık başına gidip evet oyu veren bir kesim olacak; ne oranda, onu bilemem.
Her iki partinin kararını da mantıklı ve olumlu buluyorum. Bunlar şu anda güçleri BDP ile kıyaslanmasa bile, PKK ve Öcalan'ın etkisi altında olmayan legal Kürt partileri. Eğer söz konusu anayasa değişikliği demokratik sınırları genişletir olmasaydı, desteklemez ve evet oyu vermezlerdi.
Ben kendi payıma, sınırlı da olsa bu anayasa değişikliğini olumlu buluyorum ve referandumda evet oyu verilmesinden yanayım. Demokrasiye, değişime hizmet eden her adım, küçük ya da büyük, bu ülkede yaşayan büyük çoğunluğun ve bu arada Kürt halkının yararınadır ve desteklenmelidir.
12 Eylül gününün ise sembolik olarak çok daha önemli bir anlamı var. 12 Eylül darbesiyle oluşan rejim ülkenin tüm demokrasi güçlerine, tüm aydınlara ve emekçilere çektirdi; ama bunun acısını en çok da Kürtler çekti. Umarım ki halkımız, 30 yıl sonra da olsa bu güne ve tüm o acılı, insanlık dışı uygulamalara oylarıyla gereken yanıtı verecektir. Böylece 12 Eylül'ün cuntacı ve işkencecilerinden hesap sormanın yolu da açılır.
Son dönemde şiddetin artmasının nedeni, bir yandan açılım süreci, diğer yandan onu izleyen anayasa değişikliğidir. Amaç ortamı gerip kitleleri açılım sürecinden soğutmak ve referandumu engellemektir.
Artan şiddet daha şimdiden olumsuz sonuçlarını gösteriyor. Olağanüstü hal ortamına benzer uygulamalar var. Sınıra yığınak, köylerin yakılması, keyfi infazlar ve çatışma dilinin güçlenmesi… Böyle bir ortamda kitlelerin oy verme eğilimi etkilenebilir, Türk kesiminde “şu açılım ve anayasa değişikliği de nerden çıktı?” diye düşünenler artabilir. Kürt kesiminde ise tehditler oyların yönünü olumsuz etkileyebilir. En azından şiddeti tırmandıranların hesabı budur.
Elbet, şiddetin bir hedefi AK Parti'dir. Şiddetin arkasındaki güçler, onu hükümet edemez duruma düşürmek istiyorlar. 12 Mart ve 12 Eylül öncesinde olduğu gibi, tırmanan şiddeti darbelere gerekçe olarak kullanmak istediler. Ama bu kez başarmış görünmüyorlar. Yaptıkları iş sonuçta AK Parti'yi kararsızlığa itmek, değişime, demokratikleşmeye yönelik adımları engellemek. Bu işte başarısız sayılmazlar.
BDP de tüm Kürt halkı gibi iki ateş arasında duruyor, bir yandan devletin baskıları, diğer yandan PKK'nın… Ben kendi hesabıma, sık sık bu partileri İmralı'nın etkisinde kaldıkları, PKK ile aralarına net tavır koymadıkları için eleştirdim. Açılıma yeterince destek vermedikleri, çözüm konusunda sık sık topu İmralı'ya attıkları, yani özgür olmayan Öcalan'ı muhatap gösterdikleri için, öteden beri kendilerini eleştirmekteyim. Sonunda da yaptıkları yanlışlarla, örneğin Anayasa değişikliğine oy vermemekle açılım karşıtı statükocu güçlerle, CHP ve MHP ile yan yana düştüler. Öte yandan bu işin kendileri açısından kolay olmadığını da biliyorum. Söz konusu legal partilerin yöneticileri kendileri de sık sık açıkladılar, PKK ile aynı tabanı paylaşıyorlar. Ayrıca dağda silahlı güç oldukça onlar için bu net tavır güçtür. Hikmet Fidan muhalefet yapınca yok edilmedi mi? Bu sorunun çözümü de silahların karşılıklı susmasına, Kürt siyasal hareketinin bütünüyle barışçı, siyasal bir kanala yönelmesine bağlı. O zaman BDP türünden partiler bu tür etkilerden kurtulur ve politikalarına kendi organları eliyle özgürce yön verirler. Çünkü bu tür etkiler en çok da Kürt halkının mücadelesine zarar veriyor. Sonuç olarak, Kürt sorununun çözümünü kim istemiyorsa, silahların susmasını ve Kürt hareketinin siyasallaşmasını da o istemiyor. Aynı aktör böylece Türkiye'de siyasetin normalleşmesini de engelliyor.
Aslında etkili, kitlesel bir Kürt siyasal hareketi PKK'dan önce vardı. Geçmiş bir yana, Kürt hareketi 1960'lı yıllardan beri belli bir ivme kazanmıştı. 1967 yılındaki “Doğu Mitingleri”ni hatırlayalım. Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi daha 1965 yılında kurulmuştu. Benim kurucusu olduğum Kürdistan Sosyalist Partisi (PSK) 1974 yılında kuruldu. PSK 1977 ve 1978 yıllarında, bağımsız adaylarla Diyarbakır ve Ağrı belediye başkanlıklarını kazanacak kadar kitleseldi. PKK ise 1978 yılında sahneye çıktı, daha doğrusu, Kürt hareketini yanlışa itmeye, kendi içinde bölüp çatıştırmaya yönelik bir planın ürünü olarak çıkarıldı. Kürt siyasetini uygar ve çağdaş yöntemlerle çözmekten kaçınan devlet, oyuna ve hileye başvurdu, kendi eliyle yangın çıkardı, ama yangına eteklerini kaptırdı. Böylece Kürt siyaseti şiddete itildi, PKK ile devlet çatışmasına döndü. Bu ortamda hem Kürt hem Türk kesiminde barışçı ve demokratik sesler giderek zayıflarken, toplum savaşanların çevresinde kutuplaştı. Türk kesiminde militarizm, Kürt kesiminde ise PKK güçlendi. Böylece güç dengeleri değişti.
Bugün de Kürt kesiminde PKK dışında barışçı, siyasal yöntemlere ağırlık veren bir Kürt hareketi var. Ama 30 yıldır devam eden şiddet ve çatışma ortamının zayıflattığı bu kesimin kendisini toparlaması için hem silahların susması, siyasetin normal kanallarına dönmesi, hem de zaman gerekir.
Dönmek istiyorum ama belli bir tarih veremem. Benim durumumda başka insanlar da var. Eğer 30 yıla yakın bir süre yurda dönemedikse bunun nedenleri bellidir. Bizi yurt dışına iten 12 Eylül hukuku ne yazık ki değişmedi. Açılım sürecini başlatan hükümet bu bakımdan da yasal zemini iyileştirmeli.
Ben bir aydın olarak görüşlerimi söylüyorum. Yurt içinde de yapacağım budur. Bir örgüte, örneğin HAKPAR'a üye olsam da yönetici planda görev almam. Bunu geride bıraktım. Onu artık gençler yapsınlar.
Bunlar tesadüf değil. Değişim karşıtları mevcut sistemi korumak için her türlü değişim ve demokratikleşme adımına karşı çıkıyorlar. Her keresinde şiddeti kendi elleriyle kışkırtıyor, sonra da bir kurtarıcı pozuyla sahneye çıkıyorlar. Bu yalnızca AK Parti'nin iktidar döneminde olmadı, aynı şey 12 Mart ve 12 Eylül öncesinde de yaşandı, söz konusu askeri darbelere gerekçe yapıldı. O dönemin büyük kanlı olaylarının arkasında Kontrgerilla (bugünkü Ergenekon) vardı. 12 Mart öncesi Marmara Gemisi'nin batırılması, Kültür Sarayı'nın yakılması gibi acımasız eylemler Kontrgerilla eliyle tezgahlanıp solculara yüklendi. 12 Eylül öncesi yaşanan kanlı 1 Mayıs, Maraş ve Çorum olaylarını hatırlayalım. Bu eylemlerin ve benzer nicesinin arkasında Kontrgerilla'nın olduğu şimdi bir bir ortaya seriliyor. 12 Eylül darbesinin ardından şiddetin bıçakla kesilir gibi kesilmesi bir rastlantı değildi.
Derin yapılar, AK Parti'nin seçim başarısını engellemeye çalıştılar. Bunu başaramayınca bu kez AK Parti'yi hükümet edemez duruma düşürmeye, hatta devirmeye çalıştılar. Cunta girişimlerinin, komploların 2004'ten itibaren birbirini izlemesi bu nedenledir. Çünkü statükocu güçler AK Parti'yi kendilerinden saymadılar. Onun AB ile bütünleşme, sorun çözme (bu ister Kürt sorunu olsun, ister Kıbrıs, ister Ermenistan'la ilişkiler) yönünde attıkları her adımı engellemeye çalıştılar. Barışçı ve demokratik bir Türkiye onların işine gelmiyor. Varlıklarını, imtiyazlarını mevcut baskıcı sisteme borçlular.
Bu konuda PKK sözcülerinin de zaman zaman iddiaları oldu. Türk Genelkurmayı'nın, bazı kişiler, örneğin gazeteciler aracılığıyla Avrupa'daki PKK temsilcileriyle görüştüklerini söylediler. Benim bunun dışında bilgim yok.
Bir CIA projesi olan ve 1950'li yıllardan itibaren tüm NATO ülkelerinde gizli olarak örgütlenen Kontrgerilla örgütünün, Türkiye'de de çeşitli devlet kurumlarına, medyaya, üniversiteye, sağda ve soldaki pek çok örgüte sızdığı, hatta paravan örgütler kurduğu bir sır değil. 1990'lı yıllarda sosyalist sistemin dağılmasının ardından diğer NATO ülkelerinde tasfiye edilen bu örgüt Türkiye'de edilmedi; tam tersine daha da güçlendi. Ergenekon denen örgüt budur. Derin devlet de diyebileceğimiz, en azından onun bir parçası olan Kontrgerilla ile PKK ilişkisi ise kanımca daha başından beri vardı. Zaten Öcalan'ın kendisi bunu kaç kez itiraf etti: “PKK'yı kurduk, üç yıl süreyle ekmeğimizi ve silahımızı devlet verdi, korumamızı o sağladı,” dedi. PKK'nın kurulur kurulmaz diğer Kürt örgütlerine savaş açması nedensiz değil. Öcalan Suriye'ye geçip de Suriye'nin denetimine girdikten sonra da kanımca PKK içindeki Türk derin devletinin eli son bulmadı. Zamanla PKK içindeki gerçek yurtseverler tırpanlanırken, derin devlet elemanlarına bir şey olmadı ve onlar marifetlerini sergilemeye devam ettiler. Öcalan yakalanıp İmralı'ya konduktan sonra ise PKK içindeki bu el çok daha güçlendi ve kanımca Kürt halkına hiçbir yararı olmayan son şiddet eylemleri de bu elin esiridir.
Bir kere açılım karşıtları, CHP, MHP ve öteki statükocu çevreler, açılıma karşı yaygın bir direnç gösterdiler, her zaman olduğu gibi kitlelerde yıllar yılı yaratılmış önyargılara, fobilere seslendiler. Vatan-millet bölünecek dediler. Üstüne üstlük Genelkurmay da “af yok, Kürtçe eğitim yok, dağdakiler gelip Türk adaletine teslim olsunlar, ne cezaları varsa çeksinler” diyerek kırmızı çizgiler çekince açılım durakladı. Bu kadarı bile olmayacaksa açılım neyin nesiydi? Şunu da ifade etmek lazım, açılım sürecini başlatan hükümetin buna ilişkin derli toplu bir projesi yoktu, adeta göç yolda düzelir anlayışıyla hareket etti. Ayrıca, “iç ve dış koşullar çözüm için uygun,” derken, içerde statükocu kesimlerin gücünü ve tepkisini yeterince hesaba katmamıştı sanırım. Söz konusu güçlü tepkilerle karşılaşınca durakladı, geri adım attı. PKK ile arasına net mesafe koymuyor, PKK şiddetini suçlamıyor diye, Parlamento'da grubu bulunan, yüze yakın belediyeyi yöneten DTP ile görüşmedi, önerilerini hesaba katmadı. Bununla da kalmadı, DTP kapandı, onun siyasi kadroları, belediye başkanları tutuklandı. Hükümet bu uygulamalara tepki vermedi, onaylar göründü. Taş atan çocuklara yönelik ağır uygulamalar, binlercesinin tutuklanması, on yılı bulan cezalar güveni daha da sarstı.
DTP ve onu izleyen BDP ise açılım sürecine gereken desteği vermediler, hükümetin bu konudaki eksik ve hatalarını öne çıkardılar. Ama bu başlangıç bile önemliydi. Hükümeti hem eleştirmek, hem teşvik etmek, atılacak her olumlu adıma omuz vermek gerekirdi. PKK'nın tam da bu dönemde tırmanan şiddet eylemleri ise hükümetin elini zayıflattı ve açılım karşıtlarına yaradı. DTP-BDP bu eylemlere karşı net tavır alamadılar. Tüm bunlar açılımla birlikte doğan barış ve çözüm umutlarının sürmesine ve yeni somut adımlar atılmasına fırsat vermedi.
Barış ve çözüm yolundan geri dönülemez. Böyle bir şey ülke için yeni bir karanlık ve acılı dönemin başlaması olur. Geçmişin yanlış politikalarından hem Kürtler, hem Türkler çok büyük acılar çektiler, ülkenin gelişme ve demokratikleşme süreci engellendi. Böylesi kötü bir ihtimale bir daha şans vermemek gerekir. Hükümet açılımı canlandırmak için harekete geçmeli ve bu konuda kararlı olmalı, hem Kürt sorununun çözümünde, hem Alevilerin ve Hıristiyan azınlıkların istemlerine yönelik olarak somut adımlar atmalı Değişimde çıkarı olan tüm toplum kesimleri, Kürtler, Aleviler ve diğer kesimler ise atılacak her olumlu adıma, her demokratikleşme çabasına destek vermeli.
Aslında bu şimdi de mümkündür. Bunun yolu sorun çözmedir. Sorun ise dışarda değil, Türkiye'nin içindedir. Kürt sorununu barışçı yöntemlerle çözüldüğü, hatta çözüm süreci başladığı zaman dağda silahlı adam da kalmayacaktır.