12 Eylül'de hapse giren, 4 yıl kaçak yaşayan Oral Çalışlar, CHP'li bir aileden geliyor. 'Ben hep seçim kaybeden bir ailenin çocuğuyum' diyen, hayatı korumalarla ve tehtidlerle geçen Çalışlar, 'solcu' kimliğini her fırsatta vurguluyor ve diyor ki;
Ben Tarsus gibi bir taşra kasabasında doğup büyüdüm. Okur yazar, orta tabaka tam bir Cumhuriyet ailesiydik.
Teyzelerimin hepsi okumuştu, öğretmendiler. Dedemin bakırcı ortağı da Ermeniydi. O yüzden azınlık meselesini çok küçük yaştan itibaren tattım. Dedem DP'liydi. Babam memur olduğu için CHP'liydi. 1950 seçimlerinin ardından milli emlak memuru olmuştu. Çukurova'nın toprağı verimli olduğu için Ermeniler, Rumlar gitmişler. Babam yörenin yeni zenginler tarafından yağmalandığına tanık olmuş ve o toprakların dağıtılmasında çok acı çekmiş.
DP'nin iktidar olduğu 1950 seçimlerinden sonra babam terfi beklerken daha düşük bir görevle başka bir yere tayin etmişler. Onun üzerine istifa edip aldığı tazminatla daktilo alıp arzuhalciliğe başlamış. Halk Parti'nin İlçe Yönetim Kurulu'na girmiş. Ardından annem de CHP Kadın Kolu başkanı olmuş.
Ben gözümü açtığım zaman politikanın içindeydim. 1950 seçimlerinde dört yaşındaydım. DP kazanınca babamın nasıl sinir krizi geçirdiğini hatırlıyorum.
Tarsus Amerikan koleji vardı. O dönemde girilmesi çok zor olan bir okuldu. Sınavı kazandım. Ufkumu çok genişletti. Çünkü taşrada, küçük bir yerden birden dil öğrenmiş, çok geniş kütüphanesi bulunan bir dünyaya girmiştim. Amerikan, İspanyol uyruklu hocalarımız geliyordu. Bu bir taşralı için olağanüstü bir durum.
Orada pek de kırılma yaşamadım aslında. Ailem eğitimli olduğu için okuryazar bir ortamım zaten vardı. Babam Aziz Nesin'in kitaplarını okurdu. Evimize Ulus Gazetesi girerdi. DP'ye muhalefet eden Akis, Kim, Akbaba gibi dergiler de vardı.
Küçükken kendi kendimi sorguladığımı hatırlıyorum. Ben hep şöyle derdim; "Eğer ben bu ailenin çocuğu olmasam Halk Parti'li olur muydum?" Ben onların söyledikleriyle büyüdüğüm için her söylenilene inanıyordum.
"Yine de Halk Parti'li olurdum" diyordum.
Çeşitli kopuş aşamaları oldu. 1960'lardan itibaren sol çıktı ve İşçi Partisi kuruldu. CHP içindeki muhafazakarlıkla sol arasındaki çatışmada ben muhalefet tarafına geçtim. Solculuk bana daha sıcak geldi ve hemen İşçi Partisi'ni benimsedim.
Ailem önce buna direndi. Çünkü babam İnönü hayranıydı. Ailem genişti ve kasabada etkindiler. O yüzden benim solcu olmamla birlikte bütün aile de yavaş yavaş solcu olmaya başladı.
Halk Parti gibi daha devletçi olan bir gelenekle, bu solcu anti devletçi gelenek arasında ailenin içinde çatışmalar yaşandı. Ama sonra ailenin bir kısmı da sosyalist oldu. Mesela; babam 1968 yerel seçimlerinde Tarsus'dan İşçi Partisi'nin Genel Başkan adayı oldu. Daha sonra akrabalarım da dönüşmeye başladılar. Ama bu dönüş çok köklü bir kopuş değil. Kendi içinde bir evrim.
Ben bunu şöyle açıklıyorum; Kemalizm'de tek parti yukarıdan aşağıya halkı bilinçendirme idolojisine sahip, sosyalizm de öyle. Stalinizm'i Kemalizm'le karşılaştırdığınız zaman benzerlik görebilirsiniz. Çünkü amaç dışarıdan bilinç vermek. Dolayısıyla bu geçişin köklü bir kopuş anlamına gelmediğini daha sonra anladım.
Askeri darbede ben 14 yaşlarında küçük bir çocuktum. O dönem çok büyük bir sevinçle karşıladık. Sonra pişman oldum tabi.
Annem o dönem Menderes'in idamına üzülmüştü. Ben üzülmemiştim ama o üzülmüştü.
Darbelerde ailem çok büyük baskılar gördü.
Bunu değişik aşamalarda ve şekillerde yaşadık. Mesela; solcu olduğumuzda çok baskı altındaydık. Arkadaşlarımızı idam ettiler, öldürdüler. Askeri darbe döneminde çeşitli işkencelerden geçildi. O zaman ailemden şöyle bir tepki geliyordu; " Halk için bunları yapmaya değmez, anlamazlar, siz boşuna katlanıyorsunuz" diyorlardı.
Karmaşık bir durum. Var olan kurulu düzene isyan ediyorsun çünkü haksızlık, eşitsizlik, adaletsizliğin değişmesini istiyorsun. Genç yüreğin “Halkı sömürmesinler, ezmesinler” diyor, gidiyorsun Kürtler'in mitinglerine katılıyorsun, işçilerin mitinglerini örgütlüyorsun. Bunları yaparken devlet ve jandarma tepende ve seni dövüyor.
Tabiiki oldu. Ama gençliğimizin verdiği bir ataklıkla gözün kararıyor ve "Döverlerse dövsünler, öldürürlerse öldürsünler" diyorsun.
Çok ezilmiş gibi görünmemize rağmen aslında hiçbir zaman ezilmedik. 1968 hareketi oldu. Ben bu hareketin önderlerinden biriydim ve idamdan yargılandım. Bu bana zaten normal birşeymiş gibi geliyordu. Çünkü isyan eden bir hareketin önemli isimlerinden biriyim ve doğal olarak 'beni idam ederse etsin alçaklar' diye bakıyorum. 1980 sonrasında da artık bir gazeteciydim ve genel yayın müdürlüğü yapıyordum. Darbe olduğunda eşim Nokta Dergisi'nin Yayın Müdürüydü. Yine ezik değildik. Yenilmiş ve kaybetmiş bir psikolojiye hiçbir zaman girmedim.
Öyle hissettiğiniz zamanlar da oluyor. İçinde büyük acılar, baskılar ve dramlar var. Ama hayat böyle birşey değil. O eziyetleri ve dramları dışarıdan bakıldığı kadar sert yaşamıyorsun. Senin de kendine göre, rehabilite edebilecek, savunabilecek mekanizmalar geliştiriyorsun ve sağlıklı hissediyorsun.
Öyleydi tabii. Sonuçta hapishanede yaşıyorsun. Ama bugünün hapishaneleriyle o dönemdekiler arasında fark var. Hücre sistemleri o kadar gelişmiş değildi. O yüzden koğuşlarda büyük cemaatler halinde yaşıyorduk. Başlı başına bir sosyal ortam doğuyor. Bir taraftan okuyan ve yazan biri oluyorsun. Benim cezaevinde yazdığım beş kitabım var.
Bunların hiçbirini şimdi çekmek istemem. O zaman da memnun değildim şimdi de değilim. Bunun çok büyük bir haksızlık olduğunu ve Türk Devleti'nin bize vermesi gereken büyük hesaplar olduğunu düşünüyorum. O yüzden bazı çevreler asker konusundaki tavrımızı anlamakta zorluk çekiyor. Bu meseleyi kişisel olarak görmüyorum. Türkiye'de değişim ve özgürlük isteyen insanlara yapılmış çok ciddi bir eziyet var. Bu eziyetin hesabını sormak istiyorum.
Hayır. Hiçbirini sindirmiş ve kabullenmiş değilim. Şu da bir gerçek ki Türkiye'de yaşıyorsan birşeylere itiraz ediyorsan bunun bir bedeli olduğunu zaten biliyorduk. Onun bedelini de ödedik.
Hayatımız anormal değildi. Hapse girmek, yargılanmak ailenin doğal bir parçasıydı. Bunlar Reşat'ın üzerinde nasıl travmatik etkiler yaptı bilmiyorum. Hapishaneye ilk geldiğimde çok küçüktü. 12 Eylül'de iki yaşındaydı. O zaman benim için "Askere gitti" diyorlardı. Sonra ikinci kez girişim 1986'da oldu. Artık herşeyi anlayabilecek yaştaydı. Çok zorluk çektiği kesin.
Her zaman konuşuyoruz. Ama özel psikolojik seanslar yapmıyoruz. Bu konudaki düşüncelerini yazıyor zaten.
Geçen hafta programda 12 Eylül'de neler yaşadığını kendisi anlattı. “Bu süreci dram gibi yaşamadım. Babası uzakta olan bir çocuk gibi yaşadım "diyor. Çünkü ben hem hapse girdim hem de 4 yıl kaçak yaşadım. İpek ve Reşat ile hafta sonları adalarda buluşuyorduk. Bizim ada aşkımız da o zaman başladı. Reşat o zaman baba dediğimiz şey hafta sonları buluşulan bir adamdır zannediyordu. (gülüşmeler)
Yaşamadım. Ama yine de ben hep ölüm korkusu içinde yaşıyorum.
Çünkü bizim kuşak bunu yaşadı. Son kırk yılımın çoğunu, korumalarla ve silahla korundum. Evimin kapısının önünde hep polis bekliyordu.
Var. Ben 12 Eylül'den önce de korumalı yaşıyordum.
Mesela; kayınvalidem “çocuğu kucağına almasın” diye tembih ederdi. Bu şekilde yaşıyordum işte…
Artık kendimi daha az tehdit altında hissediyorum. Türkiye'de yaşamak böyle birşey deyip kabullendim. Hrantla bunu çok konuşurduk. “Sürekli tehdit alıyorsun ne yapacaksın?” diye sorardım. "O da ne yapabilirim ki" derdi.
Ben çatışmanın daha kötüye gideceğini düşünmüyorum. Şöyle birşey var; Türkiye'yi yöneten elit, iktidarın elinden gitmiş olmasına karşı öfkeli. "Yüz yıldır biz bu memleketi yönettik ve hala en iyi biz yönetiriz başkası da yönetemez "diye düşünüyorlardı. Ama bu sistem dağıldı, ellerinin altından kayıp gitti. “Nereden çıktı bunlar?” diye sormaya başladılar.
Ne olurdu bilemem ama hayır çıksaydı epey bir sıkıntı içine girerdik. 'Saydı' ile olmuyor bu iş. Demek ki çıkmıyor. Türkiye 'hayır'ın çıkmayacağı bir ülke haline gelmiş. Başbakanın karizması önemli bir etki yaptı.
Çeşitli psikolojik şartlar sözkonusu. Herkes aynı kaygılarla hareket etmiyor. Değişik kaygılar var. Subay ve askerlerin kaygıları kendi iktidarlarının elinden gideceği yönünde. Vatandaş içinde de 'Yaşamımıza müdehale edecekler' korkusu var. Bizim yönettiğimiz ülkeyi artık bunlar yöneticekler razı olamayız 'hayır'ı var. Dikkat ettiyseniz hayır oylarının hepsi kıyılara çekilmiş durumda. Kıyılar toplumsal gelirin en yüksek olduğu yerler. Burada sınıfsal bir endişe de var. 'Biz kendimize toplumsal hayat kurduk, güzel yaşıyoruz bunlar gelip bizim paralarımızı elimizden alacak.' diye düşünüyorlar.
Bu çıkışın öncülügünü ancak Ak Parti yapabilir. Bu konudaki kaygı ve endişeleri ortadan kaldıracak ciddi bir performans göstermesi gerekiyor. Eskiden şeriat getirecekler diye konuşuluyordu. Bu iddia eskisi kadar etkili olmamaya başladı. Bu seçimde Kılıçdaroğlu hiç şeriat kampanyası yürütmedi. Endişelerin boyutu küçülmüş değil. Sadece dil ve endişeler değişti. Bu bir yönüyle baktığımızda pozitif birşey. Burada küçük küçük yanlışların pompalanması da etkili oluyor. Bunu en fazla istismar edenlerden biri medya. Çünkü onlar da statülerini kaybedeceklerinden korkuyorlar..
Bir partinin genel başkanına kamuoyu önünde onu incitecek bir şekilde ifade kullanmaktan dolayı çok üzgünüm. Mikrofonumun açık olduğunun farkında değildim. Baykal ile kıyasladığımda "Kılıçdaroğlu'ndan birşey çıkarabilir miyiz?" diye ümit edenlerden de biriyim. Kürt meselesi, Türban konusunda çözümde bir rol oynayabilir.
Bir parti genel başkanın oy kullanamaması büyük bir skandal değil mi? Bunun savunulabilecek bir tarafı yok. Nitekim sonunda alay konusu oldu. Bunun bir garibanlık olduğunu gözden uzak tutmamak lazım.
Hiçbirşeyi idealize etmemek lazım. Her fikir kendi içinde zaafları da üstünlükleri de barındırır. "Niye solcu oldum?" sorusuna dönerim hep. Haksızlığa ve adaletsizliğe karşı çıktığım için solcu oldum. Bugün de hakkı yenen Kürdün, Alevi'nin, örtülü kızın, kadının, çocuğun hakkının yenmesine karşı mücadele ediyorum. Bu konuda görüşümde bir değişiklik yok. Bugünün solunun o zamanın bir devamı olarak görüyorum. Çünkü bu yalnızca işçilere ve çalışanlara özgü bir durum değil. Solculuk, bunun dışında kalan sorunları sahiplenen anlayışın adıdır esas.
Ben bu tabloyu son derece sağlıklı görüyorum. Aslında bu parçalanma herkesin gerçek kimliğine sarılması ve kendi kimliği üzerinden yeniden demokrasiyi kurmayı getiriyor.
Türkiye solunun eziyet çekmiş, bu işlerde epeyce pişmiş entellektüellerinin rol oynadığını düşünüyorum. Hiçbir şey boşa gitmedi. Baktığımız zaman bugün Türkiye'deki değişim, demokratikleşme, farkılılıkların bir arada yaşamasıyla ilgili yeni bir kültürün oluşması adına geçmiş solcu aydınların önemli bir rolü var. Bugünkü sonuç çektiğimizin sıkıntıların bir olumlu sonucu aslında.
Benim ve eşimin hayatında en önemli kırılma doğu konferansıdır. Irak'ın Amerika tarafından işgali ile birlikte bir grup insan içinde Hrant Dink, Ayşe Böhürler, Nihat Genç, Ahmet Hakan, Nuray Mert ve benim yer aldığım bir grup dedik ki; " Biz hep batıya baktık biraz da doğuya bakalım. Doğuyu batıdan öğreniyoruz, biraz da doğuya bakarız." Ama bu yolculuk sadece doğuya doğru yolculuk olmaktan çıktı aramızda iç yolculuklara da dönüştü.
Ayşe Böhürler ve Yıldız Ramazanoğlu'nu orada tanıdım. Ayşe Böhürler Harnt Dink'i orada tanıdı. Hrant öldürüldüğünde en büyük acıyı ve en sert tepkiyi Ayşe Böhürler verdi. Bunlar tesadüf değildir. O karşılaşmalar ciddi yeni bir kültürün yaratılması iki tarafın birbirini etkilemesine yol açtı. Otuz yıllık birikimin en billur ifadesi doğu konferansıdır. İran'a gittiğimizde on saat yolculuk yapıyorduk. Bütün bu uzun saatli yolculuklar tartışmalı geçiyordu.
Hrant Dink öldüğünde kendimi ölmüş gibi hissettim. Çok sevdiğim Deniz Gezmiş'i yanımdan alıp idama götürdüler, büyük acılar çektim ama Hrant'ın ölümdeki acıyı hiçbirşey ile izah edemiyorum. Çünkü inşa etmeye çalıştığımız yeni bir Türkiye anlayışının en tipik temsilcilerinden biriydi, o ölmüş oldu. Geçmişimizle yüzleşmek, yeni bir kültür yaratmak, farklılıklarımızla bir arada yaşamak dediğimiz zaman Hrant bunun simgesiydi. Üstelik konuştuğunda hepimizden daha yüksek ses çıkarıyordu. Böşürtülü kız için de en önde dövüşüyordu, açlık grevi yapan için de aynı cesareti gösteriyordu. Hrant bu kadar etki yaratacağını bilse üç kere ölmeye razıydı.
Hrant'ın ölümü Ergenekon davasının tetiklenmesinde tayin edici bir rol oynadı. Türkiye'de geçmişimizle yüzleşme açısından tarihi bir tokat oldu yüzümüze. Biz “Ermenilere birşey yapmadık” diye bağırırken bir anda en masum Ermeni'yi gözümüzün önünde öldürdük. Bundan sonra kim “yapmadık” diyebilir ki…