Sadece İslâm dünyasında değil ama bütün dünyada müzik ile ilgili en anlamlı, en güzel yaklaşım ve açıklamalar tasavvuf ehli tarafından yapılmıştır dersem, hiç abartmış olmam. Tasavvuf ehlinin müzik hakkındaki görüşlerine ne antik Yunan düşünürlerinde, ne uzak doğu mistisizminde, ne Hıristiyan teolojisinde ve ne de modern düşünürlerde rastlamak pek mümkün değildir. Bu, diğer bütün düşünce sistemlerinin ve düşünürlerin müzik düşüncelerinin yetersiz olduğu anlamına gelmez ancak hepsi, tasavvufun müzik konusundaki yaklaşım ve düşüncelerinin bence gerisindedirler veya tasavvufun bu konudaki yaklaşımlarının lezzeti ve doyuruculuğu hiçbirinde yoktur.
İkinci asrın sonlarından itibaren müzik, semâ' adı altında tasavvufa girmeye başlamış ve İslâm tasavvufunun belli başlı karakteristiği haline gelmiştir. Böylece bütün sûfîler tarafından benimsenen semâ', insanı Allah'a yaklaştıran ve yükselten dînî bir unsur olarak görülmüştür. Sûfîler müzik (mûsikî) kelimesi yerine özellikle semâ' kelimesini kullanarak, o dönemde yaygın olan keyf ne nefs ehli ile karıştırılmaktan sakınmak istemişlerdir. Oysa bugün müzisyen denildiği zaman akla gelen ilk şey “keyf ne nefs ehli”dir ve hiçbir müzisyenin, özellikle Türk mûsikîsi ile, hatta tasavvuf mûsikîsi ile ilgilenenlerin bile keyf ve nefs ehli ile karıştırılmaktan sakınmaları sözkonusu değildir. Bugün tasavvuf mûsikîsi ile ilgilenen müzikçi arkadaşlarda böyle bir hassasiyet aramak da beyhûdedir.
Semâ' kelimesi, bu sebepten dolayı mûsikî kelimesinin tam karşılığı olarak kabul edilmezdi tasavvuf ehli tarafından, çünkü semâ', mûsikî kelimesinden daha derin bir anlamı ihtivâ etmektedir. Semâ' denildiği zaman sadece işitilen sesler değil, sesle ilgisi bulunmayan manevî hakikatler, sırlar, hikmetler de akla gelirdi. Sûfîlerin semâ' kavramını varoluşla bir tutmaları ve Bezm-i Elest arasında bir münasebet kurmuş olmaları da dikkat çekicidir. “Elestu bi-Rabbiküm? şeklindeki ilâhi hitabı işitmenin zevki kalplerde yer tuttuğundan, Hz. Adem'in yaratılmasından ve zürriyetinin (neslinin) dünyaya gelmesinden sonra bu gizli sırlar, zuhur eden halden dolayı bir nağme veya güzel bir kelime işittikçe, o eski ahitteki zevkli dinlemenin sebebiyle kalp uçacak hâle gelir. Bunlar sevgi ve aşkları ezelden beri Allah için ve Allah ile olan irfan sahipleridir. (…) Bundan dolayı mûsikîde saklı olan gizli sırları idrâk eder ve hazlarını alırlar. Şüphesiz ki “Elest” hitâbını işitmiş olma sırrı, bütün canlıların tabiatında mevcuttur. Onun için her cins kendi tabiatına uygun şekilde semâ' eder, semâ'dan kendi himmeti nisbetinde hisse alır”. Ankaravî de şöyle şerheder: “Hak Teâlâ âlem-i ervâhta (ruhlar âleminde) bütün ruhlara en leziz bir hitab, en lâtif bir kelâm ile “Elestu bi-Rabbikum ?” deyu hitâb eyledi. O zevk onların ekserisinin ruhlarında kaldı. O âşinâlık akıllarında da gizli ve saklı bir şekilde var olmakda devam etti. Çünkü bu madde âlemine gelip beşerî bir varlık olarak mevcud oldular. Kaçan bir kimseden bir lâtif hitâb ve lezîz bir âvâz işitseler onların ruhları ol hitâb-ı lâtîfin ve ol âvâz-i lezîzin eseri olduğunu bilir ve eserden müessirin letâfet ve lezzetine intikâl eder.”
Devletşâh da Tezkire'sinde Şeyh Ârif-i Âzerî'den aktararak bezm-i elest, şair ve şiir arasında bir ilişki kurarak şunları söyler: “Bütün şâirler şiir söylemek hususunda söz meclisinde (elest bezmi) bir kadehten sarhoş oldular. Lâkin bazılarının şarabına sâkînin nazarının tesiri de karıştı. Mâ'nâ âleminin dili ile konuşan bu şâirlerin ağızları, şiir söyledikleri zaman, sûret âlemine karşı kapalıdır. Bunlar hakikat denizine ağ atmış olgunluk deryasının dalgıçlarıdır. Sen bunları öteki zümre ile bir tutma. Zira bunların şiirlerinde şâirlikten başka senin anlamadığın bir şey daha vardır” (Mahmud Erol Kılıç / Sûfî ve Şiir / İnsan Yayınları).
O halde Şeyh Ârif-i Âzerî'nin şiirinde bahsettiği gibi, hitâb-ı ilâhîye iştiyak duyan ve mâ'nâ âleminin dili ile çalıp söyleyen bu mûsikî ehlinin ağızları, mûsikî icrâ ettikleri zaman sûret âlemine karşı kapalı olmalıdır. Bunları öteki zümre müzisyenler ile bir tutmamak îcâb eder, zira bunların nağmelerinde bizim anlayamadığımız şeyler vardır. Demek ki Mevlânâ'nın söylediği gibi, “padişahın rebâb dinlemesinden maksad, hitâb-ı ilâhîye olan iştiyâkinden idi”. Mûsikînin sırrı da hitâb-ı ilâhîde gizli idi.
Hitâb-ı ilâhîdeki muazzam ahenk ve zenginliği hayal edebiliyor musunuz ? İnsanın günlük konuşması bile bir mûsikîdir ve mûsikî eserindeki hareketleri andırır. Normal bir konuşma, bir mûsikî eseri gibidir neredeyse ve bir konuşmayı, mûsikî terimleriyle ifade etmemiz mümkündür. Her insanın sesi farklı bir perdeden başlar ve seyreder… Batılı müzisyenlerin kadın ve erkek seslerini genel olarak sınıflandırmalarına rağmen, her insanın sesi farklıdır ve adeta kendisi için bir şifredir ve her insan sesi üzerinde o insanın karakteristik özelliklerini çözebileceğimiz bir ses dizisi, melodi ya da makamsal özellik vardır. Dünyada yaşayan altı milyar küsûr insan demek, altı milyar küsûr farklı ses ve bir o kadar da farklı melodi demektir. Sadece insan seslerindeki bu çeşitliliği ve zenginliği düşündüğümüzde, bütün bu ses zenginliğini yaratanın hitâbındaki ihtişâmı, güzelliği özlememek ne mümkün ! Batının ve doğunun bütün güzel seslerinde, bütün güzel ve ahenkli melodilerinde O'nun hitâb-ı ilâhisindeki muhteşem ahenk ve zenginliğin yansımaları vardır.